Etki alanım sınırlı, televizyonlarda yasaklıyım, haftada bir bu duvara yazı yazıp içimi döküyor, haftada üç gün youtube’da renkli hamur videolarının arasında konuşuyorum. 2.5 milyon takipçili twitter hesabımı artık yalnızca youtube videolarımı ve köşe yazılarımı paylaşmak için kullanıyorum. Ne yalan söyleyeyim gündemi an be an takip etme isteğim, hızına yetişemediğim her kötülük için sesimi yükseltme kabiliyetim […]

Etki alanım sınırlı, televizyonlarda yasaklıyım, haftada bir bu duvara yazı yazıp içimi döküyor, haftada üç gün youtube’da renkli hamur videolarının arasında konuşuyorum. 2.5 milyon takipçili twitter hesabımı artık yalnızca youtube videolarımı ve köşe yazılarımı paylaşmak için kullanıyorum.

Ne yalan söyleyeyim gündemi an be an takip etme isteğim, hızına yetişemediğim her kötülük için sesimi yükseltme kabiliyetim günden güne azalıyor. Teslim oluyormuş gibi hissediyorum bazen, çürüyormuş gibi, öyle bir başına önümden akıp giden kapkara nehri izliyormuşum gibi, bir işe yaramıyormuşum gibi ! Kendimi, ‘adaletsiz düzenin parçası olmayı reddedenin atmadığı adımlar da kıymetlidir belki’ diye teselli ediyorum. O düzenin aklayıcısı olmaya soyunanları utanarak izliyorum. Artık kendime daha sık soruyorum: ‘Üstünlerin hukukunun egemen olduğu; Yeni bir rejimin şekillendiği; Muhalefet partilerinin dahi kurulan yeni rejime hemen adapte olup kendilerini yeni rejimde de muhalefette konumlandırdığı; İktidara biat etmeyen tek kişinin bile cezasız kalmadığı ve en vahimi de iktidara boyun eğmenin adının ‘kutuplaşmayı önleme’ konulup alkış alabildiği bir ortamda ben hala ne yapıyorum ve neden?’ Ben diye başlıyor uzun zamandır cümlelerim özür dilerim. ‘Biz’ diye adlandırılabileceğim ve yan yana durabilen bir halk kesimi hala var mı emin olamıyorum.

Varsa da ben, hepsi adına konuşamam, kimseye kefil olamam. Hem her koyun gerçekten artık kendi bacağından asılıyor galiba. Kimseye koyun demiyorum, demedim de bugüne kadar, ama artık sanki başımıza gelecek olanları güzel gözlerimizle melul melul bakarak bekliyoruz. Kimimiz, çoktan kasabın bıçağını yalamaya karar verdi bile. Geride kalanların da ağzını bıçak açmıyor.

Oysa gözlerimizin önünden kayıp giden kendi yaşamımız, ‘zamanla düzelir belki her şey’ cümlesinde söz edilen zaman, hayatımızın kum saatinden eksilen zaman. İhtiyaç duyduğum tek şey, bir yerlerde hala doğruları söyleyerek ve bedel ödemeyi göze alarak güç karşısında dimdik duran birilerinin var olduğunu bilmek. Böyle birilerinin varlığından haberdar olduğumda gözlerimde o inatçı umut ışığı canlanıveriyor bir anda.

Saman alevi gibi parlayan küçücük bir umut ışığı, bir moral kırıntısı. Sonra o bir başına, gururuyla, onuruyla ayakta durmaya çalışan umut ışığının parlaması için gereken desteği veremiyorum, o itiraz sesine ses katamıyorum ve bir anda yeniden kararıyor her yer. Her şey sona erdiğinde, biz birbirine yardıma koşamayan ve güzel günler göreceğine olan inancını günden güne kaybeden milyonlar, eğer organize kötülüğü yenmeyi yine de başarmış olursak, işte o gün birlikte battaniye altında film izleyelim, şehir meydanlarında müzik dinleyip dans edelim, sabaha kadar parklarda içip dağıtalım, terapi niyetine başımıza gelmiş olanları anlatıp birbirimizin omzuna yaslanıp ağlayalım.

Kaybettiklerimiz için Muhyiddin Abdal’ın dizelerine de yeni besteler yaparız belki o gün. İşte o gün, insan insan dedikleri nedir biliriz, can deyü söyledikleri nedir anlamış oluruz belki…