Önce Fransa’daki cihatçı terörü net bir biçimde lanetleyelim. Cümlelerimizde “amalar fakatlar, lakinler” bulunmasın, kimse bu insanlık dışı cürümü hafifletici nedenler icat etmeye kalkmasın. İnsanların yazdıkları, çizdikleri, yonttukları, düşündükleri, çaldıkları (ayakkabı kutusuyla para değil müzik) için onları cezalandırmak kimsenin harcı olmamalı. Charlie Hebdo’da yaşamını kaybedenlerin acısını yüreğinde hissetmeyenler, kusura bakmasınlar insan yerine konmamalı.

Charlie’ye yönelik kararlı pozisyon, bizi tutarlılık arayışından geri koymamalı. Tam iki yıl önce yine Paris’te bürolarında katledilen Sakine Cansız ve iki yoldaşının canı daha mı az kıymetliydi? Niye hâlâ katilleri yakalamadınız? diye fikri takibi sürdürmeliyiz. Uzmanlar Paris canilerinin göz kırpmadan kafaya kurşun sıkabilmelerinin, bunun tatbikatını daha önce yaptıklarının kanıtı olduğunu dile getiriyorlar. O zaman, Suriye’de Alevilerin, Kürtlerin, Hıristiyanların üzerine Türkiye üzerinden gönderilen, Batı’nın temin ettiği silahlar boşaltılırken aklınız neredeydi? demekten geri durmamalıyız.

Hatırlayın, 2013 yazında Rusya’nın diplomatik manevrasıyla ABD’nin Suriye’ye doğrudan askeri müdahalesi engellendiğinde Tayyip Erdoğan’la “paralel” pozisyon alanın kim olduğunu. Evet ta kendisi, önüne sosyalist sıfatı hiç yakışmayan Francois Hollande. Peki, Suriye’ye Esad’ı devirmek için doğrudan bir askeri hareket gerçekleşseydi, Fransız askerleri Kouachi Kardeşlerle aynı saflarda dövüşmeyecek miydi? Kelle uçuranlar, Amerikan, Fransız çizmelerinin hatırına Cenevre Hukuku’nu çiğnemekten vaz mı geçeceklerdi?

Tam 10 yıl evvel, Atina’daki bir Ortadoğu konferansında Synaspismos’un Çipras’tan önceki başkanı Alavanos: “Başka bir Londra, başka bir Paris ; başka bir Kudüs, başka bir Bağdat, başka bir Şam gerçekleşmeden mümkün olmaz” demişti. Ne yazık ki bugün, daha berbat bir Bağdat-Şam-Kudüs manzarasıyla karşı karşıyayız. İster istemez bu trajedinin yansımaları Avrupa’da da hissedilecek.

Fransa herkesi, aynı ilkeler etrafında kendi irade ve isteğiyle birleşmek şartıyla, kökenlerini önemsemeksizin yurttaş kabul eden bir ulus-devlet modeli üzerinde yükselir. En azından bu iddiayı taşır. Özellikle refah devletinin gerilemesiyle bu modelin sallandığı, başta Maşrık kökenli Müslümanlar gelmek üzere ekonomik süreçlere entegre olamayan göçmenlerin topluma yabancılaştığı, etnik ve dinsel kökenlerine sıkı sıkıya sarıldığı bir gerçek. Ama kara terörün kapısının bu nedenle aralandığını söylemek olanaksız. Çok farklı bir yurttaş modeline sahip Britanya’da geçen yıl Woolwich’te bir askerin cihatçılar tarafından sokak ortasında katledildiğini hatırlamak, çokkültürlülük anlayışının da sorunu çözmeye yetmeyeceğini gösteriyor.

Zaten kestirmeden çözüm üretmenin mümkün olmadığı zor bir durumla karşı karşıyayız. Ama rahatlıkla vebalin aslan payının, Irak işgaliyle başlayan, Libya NATO harekâtıyla süren, Suriye iç savaşıyla şiddetlenen Ortadoğu stratejisini “design” edenlerin boynunda olduğunu söyleyebiliriz.

TV ekranlarını zapt etmiş yandaş zevatın ağzından İslamofobi lafı düşmüyor. İslamofobi, diğer bir ifadeyle İslamcılardan korkmak anlamına geliyor. Yaşananları görünce, korkmamak elde mi? Bizler de korkmuyoruz derken, aslında korkuya teslim olmayacağız, korkma lüksümüz yok, şeklinde irade beyanında bulunuyoruz. Yoksa tabii ki endişeliyiz. Kevgire dönmüş sınırlarımızdan binlerce Kouachi’nin Bumedyen’in vızır vızır girip çıktığını biliyoruz.

Şimdi de gelelim madalyonun öteki yüzüne. Suçluların kökeninden yola çıkarak göçmenlere ayrımcılık uygulanmasına da aynı kararlılıkla direnmek gerekir. Fırsatı ganimet bilen Fransız Ulusal Cephe benzeri ırkçı örgütler çirkin ideolojilerini yaygınlaştırmaya çalışacaklar. Otoriter toplumun kökleşmesi, göçmen haklarının kısıtlanması için kampanya başlatacaklar. Bu noktada özellikle Avrupalı demokratlara faşist eğilimlere barikat örmek için büyük sorumluluk düşüyor. Artık faşist hareketlerin tabanlarının lümpenlerden ve küçük burjuvalardan ibaret olmadığı, işçi sınıfının beyaz mensupları arasında da yaygınlaştığı biliniyor. Öyleyse faşizmin panzehiri, bir taraftan hoşgörüyü, sekülerizmi elden bırakmazken, öte yandan beyaz-siyah, Avrupalı-Afrikalı demeden kitleleri mağdur eden neoliberal istikrar politikalarına karşı ortak emek mücadelesini yükseltmekte yatıyor. Nefes almak için başka çare görünmüyor…