Minik cesedi Bodrum kıyılarına vuran Aylan Kurdi’nin trajedisine tanık olmasalardı veya Macar yetkilileri tarafından tekmelenen Suriyeli teknik direktör ve küçük oğlunun görüntüleri kameralara yansımasaydı, Avrupalılar mülteci krizi yokmuş gibi davranıp, “üç maymunu” oynamaya devam edebilirlerdi. Biraz daha insani, biraz daha vicdani davranıyor gibi görünmeleri ne yazık ki olayların bu noktaya gelmesindeki veballerini hafifletmiyor.

Evet çoğunluğunu Suriyeliler oluştursa da, Cenevre Konvansiyonu’nun mülteci tanımına uyan çok sayıda Iraklı, Afganistanlı ve Libyalı da yollara düşmüş, “yeni bir yaşam” arayışı içerisinde sığınacak bir ülke bulmak için çırpınıyor. Söz konusu ülkelerin hiçbirinin cennet olmadığını; yurttaşlarına ne siyasi özgürlükler, ne de ekonomik ve sosyal olanaklar sunamadığını biliyorduk. Ne var ki insanlar şöyle veya böyle anayurtlarında “suni bir denge” içerisinde yaşamlarını sürdürüyorlardı. Her ülkenin farklı bir öyküsü bulunsa da, adını koyalım emperyalist amaçlar uğruna bu ülkeler işgal edildi. (Suriye’de ise bilumum Cihatçı örgüte para, silah ve cephane teminiyle işgalden beter bir iç savaşa çanak tutuldu.) Yurttaşlık kimliği tamamen yok edilerek din, mezhep ve etnisite temelinde çatışmalar fitillendi. Suriye’ye gelince, baktılar olmuyor, “bırakın birbirlerini yesinler” diyerek ülke hazin bir sona terkedildi.

Son bir yılda her bedeli göze alarak “umuda yolculuğa” çıkan tam 2700 kişi yollarda yaşamını yitirdi. Sağ kalanların Avrupa kapılarına dayanması üzerine, “sel, tsunami, çekirge akını” benzeri insani olmayan tanımlamalarla bir dehşet dalgası yayıldı. Halbuki o insanların her biri tıpkı Avrupalılar, Amerikalılar gibi birer birey. Kendilerinin ve ailelerinin can güvenliğini sağlamaktan, karınlarını doyurmaktan, bir iş olursa zor koşulları göze alıp çalışmaktan başka bir kaygıları yok. Bakın son haftalarda Suriye konusundaki çözüm arayışları, Rusya’nın “Esatlı geçiş” önerisinin taraftar bulması, RTE tarafından bile telaffuz edilmesi tamamen bu “mülteci paniğinden” kaynaklanıyor. Ne yazık ki, kestirme bir çözüm artık mümkün değil. Çünkü PYD dışında sahada bulunan güçlerin hiçbiri “yerli ve milli” değil. Şu veya bu dozda İslami bir rejim için Cihada soyunmuş, Alevilere, Hıristiyanlara, Kürtlere, Dürzilere, hatta seküler Sünnilere düşman çeteler. Zaten PYD ile Esad arasında da fiilen çözülmeyecek bir sorun kalmamış durumda.

insanlik-teknesi-karaya-oturdu-75494-1.Macaristan Başbakanı Viktor Orban isimli bir zat. Tüm dünyanın dikkati Budapeşte’nin Keleti İstasyonu’na çevrilmiş, Avusturya sınırına yürüyüşe geçen binlerce mülteci Macar yetkililer tarafından tartaklanırken, O VIP locasından keyifle Macaristan-Romanya maçını izliyordu. “Biz bu tip politikacıları bir yerlerden tanıyoruz” demenize gerek yok. Çünkü Orban kendini RTE’ye yakın hissettiğini gizlemiyor, Putin’le birlikte “liberal olmayan demokrasinin” temsilcisi olarak zikrediyor. Takılmayın birisinin “Avrupayı pür Hıristiyan kılmak”, öbürünün ise “Sunni İslamın egemenliğini mutlaklaştırmak” üzerinden söylem tutturduklarına. Zihniyetleri farklı değil. Her ikisi de kör nefret ve düşmanlık üzerinden politika yapıyor. Bu zemini soy faşist rakiplerine (yani Jobbik partisine ve MHP’ye) kaptırmamak için dozu artırıyorlar. Bu ara Orban ülkeyi yabancılara kapatan yüzlerce kilometrelik perde utancı ile gündemde.

Elbette Orban’ın “Avrupa’nın kirli yüzü” yaftasıyla teşhiri önemli ve gerekli. Ne var ki bu Merkel, Hollande benzerlerinin “insani” bir yaklaşım içerisinde bulunduğu izlenimi yaratmamalı. Avrupalılara sürekli sorumluluklarını ve yükümlülüklerini hatırlatmaktan bizi caydırmamalı.
Avrupa Sol Partisi’nin hafta sonu Viyana’da gerçekleştirdiği toplantıdaki tartışmalardan da esinlenerek mülteciler konusunda şu noktaların özellikle altı çizilmeli:

- AB mültecileri kabul ve yerleştirme konusunda sorumluluk üstlenmelidir. Mültecilerin hakları ve hukuki statüleri Cenevre konvansiyonunun mülteci ve sığınmacılara ilişkin düzenlemeleri doğrultusunda kabul edilmelidir. Sonunda bu insanların “sosyal dampinge” kurban olup, insanlık dışı koşullarda çalıştırılmasına karşı da önlem alınmalıdır.

- Avrupa’nın dışarıya kapalı, bir kale gibi tahkimatı anlayışı terkedilmeli; Beyaz-Hıristiyan Avrupa kavramı karşısında çok kültürlülük savunulmalıdır.

- Avrupalı yetkililer, insan ticaretinden kar elde eden şebekelere karşı mücadele ederken, mültecilerin istedikleri ülke üzerinden iltica etmek istedikleri ülkeye salimen ulaşmaları güvencesini hukuksal temellere oturtmalıdır.

- AB başta Suriye, savaş, toplumsal çöküş ve iç savaşla çöküntüye uğrayan ülkeler konusunda hatalarını kabul etmeli ve sorumluluklarını üstlenmelidir. Bu ülkelerde normal bir yaşamın ve demokrasinin tesisi konusunda inisiyatif almalı ve samimi bir diyalog başlatmalıdır. Tabii ki son tahlilde travmaya uğrayan bu ülke halklarının umut ve arzuları doğrultusunda aldıkları karara saygı göstermelidir.
Ajanslara dün düşen bir haberin veriliş biçimi gerçekten sözün bittiği yerde bulunduğumuzu, insani sorumluluklarımızı daha fazla hatırlamamız gerektiğini hatırlattı:

“Dün Bodrum’da 37 kişinin bindiği mülteci teknesi battı. 20 kişi kurtuldu”.

Demek ki artık insanlık teknesi batıyor; buradan vicdani anlamda kurtulan olmaz…