Bağcılar'dan dört gün önce satın alınan Chevrolet marka, 400 kilo patlayıcı dolu araç seyir halinde Dolmabahçe'de polis noktasına doğru yaklaşırken "bir geceye kaç parçalanmış, kaç sakatlanmış insan sığar” hesabı yapan dehşet simsarları da ellerini ovuşturuyor olmalıydı.

12 saat boyunca İstanbul merkezinde sanki Bağdat gibi şüphe çekmeden keşif sürüşü yapabilen araç, intihar bombacılarıyla birlikte çoğunun yaşları 20-25 olan 44 kişiyi ölüm skoruyla yücelttiği barbarlık etkinliğine katmak üzere ilerliyordu.

1.5 yıl önce Suruç'a düşen binlerce derecelik alev topu Ankara Garı, Merasim Sokak, Kızılay, İstiklal Caddesi, Sultanahmet, Bursa, Antep güzergâhından sonra İstanbul'un can damarı Beşiktaş'ı saldırı haritasına ekleyecekti.

Birazdan Beşiktaş'ta martıları bile kavrulmuş mavi gecesi kararacaktı.

Gri-siyah insan canıyla yüklü duman gökyüzüne doğru yükselirken; stat çatısından tünele kadar saçılmış beden parçaları, trajik olanı okuyamama trajedisiyle malul ülkede PKK şiddetinin kent örgütlenmesi TAK'ın vahşi çifte bombalı saldırısında katledilmiş ölü ve yaralı sayılarını verecekti…

Ve bizler de... Gündelik dilde yaşamı olumlayan gayet sınırlı sayıda sözcüğü de kullanımdan çıkarmış, dil ile duyuş- düşünüm etkinliği arasındaki ilişkisi bloke edilmiş bizler, daha yaralılar hastaneye varamadan bayat klişeleri birbiri ardına patlatacaktık.

Bu karşılıklı yaygın ‘insansız’ gürültü ve milliyetçi hınçla dolu itham ağları herkesi insanlık ortaklık bağından daha güçlü kenetliyordu birbirine buralarda...

Oysa o anlarda Beşiktaş'ta patlayan bombaların yarattığı basınç ve ısının açtığı büyük boşluğu; bedeninde, ruhunda geçmez kalıcı yaralar açılmış iki yüze yakın kişi ambulanslara yeni alınmıştı.

Üstlerine sinen ölümün yanık kokusu gibi ömür boyunca vücudunda onlarca şarapnel parçasını taşıyacaklar ve olmayan bacaklarını, kollarını yaşadıkça hissedeceklerdi.

Sıcaklıklarından dokunamadıkları can veren insanlar ve onların son bakışları ‘bomba/Beşiktaş/10 Aralık’ sözcükleriyle eşleşecek ve yanlarında niye bir şişe su olmadığına dair pişmanlıkları bitmeyecekti.

10 Ekim Ankara Gar saldırısında yaralanan Gülşen Ay, vücuduna giren şarapnel parçalarıyla tedavisi 15 aydır sürerken hâlâ o ikinci patlamada, kopan bir bacağın yüzüne çarptığını anlatırken “acaba o bacak kimindi?” sorusunu hâlâ soruyordu (BirGün Gazetesi Hüseyin Şimşek söyleşisi).

Bir de elini uzattığı yaralı 17 yaşlarındaki bir gencin ona bir şey söylemek istediğini ama söyleyemediğini...

15 aydan beri Gülşen'in hayattan tek isteği bir tek kez olsun içten gülebilmekti.

1.5 yılda 17 bombalı saldırı gerçekleşen ülkemizde bir gün olsun dönüp bu insanlara, yaşadıkları onulmaz ‘dehşete’ ortak olmayan feci izolasyon, öyle ‘terörle mücadele ve teröre dik durmak vs’ falan değildi.

Ve o takside, dolmuşta, trafikte, çevik kuvvet noktasında herkesin ve ailelerinden birinin olma ihtimali veya artık "ya istikrar ya kaos" dönemini aşmış kontrol dışı, zamanı ‘belirsiz’ kaos ikliminde bir sonraki bombanın hedefinde olma ihtimali her gün herkese biraz daha yaklaşıyordu.

Tabii ki Beşiktaş saldırısında olduğu gibi istihbarat raporlarının 37 gün önce bildirdiği, bombalı araçların şehir merkezlerinde keşif sürüşü yaptığı Türkiye'de siyasi iktidarın “teröre alışmalısınız” ya da “başkanlık gelirse terör bitecek” telkininin kitlesel karşılığı, şüpheli çanta görünce, çanta ile selfie çektirip kendinden dijital ‘imgecik’ yaratmaya varıyordu.

Hissedememe şiddetimiz, AVM terasından atlayan gence yapılan bir saatlik müdahaleyi ellerimizde cep telefonları, şakalaşarak zincir AVM sıcak bardaklı kahveleri yudumlarken görüntüleniyordu.

En gaddarca kıyım olan bombalı saldırıya uğrayanların dağılmış bedenlerini ‘durgun’ gözlerle seyretmiş, her bayraklı tabuta reyting efekti yardımıyla hislenmiş kalabalıklar en kısa zamanda piyango kuyruğuna giriyordu.

Şimdi Beşiktaş saldırısıyla ilgili haberler gün gün usulca arkaya çekilecek, kurbanlar yaşam boyu sürecek bedensel, ruhsal acılarıyla tek başına bundan önceki saldırılarda olduğu gibi ardımızda kalacaktı.

“Bombacılar nasıl ve neden oradaydı” sorusunun bugüne kadar bir türlü cevaplanamadığı; adli, idari sorumluların ortaya çıkmadığı sağır kalabalık gibi başkalarının ölümünü ‘aritmetik toplam’ gibi seyrederken yeni katliamın gelişini bize çarpan piyango bileti mantığıyla bekleyecektik…