Sinematek’i kuran insanlar genel olarak solcuydu, esastan büyük bölümü ise liberaldi, aslında çoğunun ait olduğu bir ideoloji yoktu, dünyayı teorilerle, siyasetle, ideolojilerle açıklamıyorlardı. Şaşırdınız değil mi? Ama gerçektir, doğrusu bu.

Bizim aydınımız teori-ideoloji-estetik gibi meselelerde genel olarak öğrenci kalmıştır, sanatçımız ise siyasal yapılar içinde doğrudan yer almaktan genel olarak uzak durmuştur. Niye mi?

Siyasetin içine doğrudan girenlerin başına gelenlerden ürkmüştür, bu kadar basit.

Sinematek bu anlamda özü itibariyle Kemalist yapı içinde yer alanlardan kuruluydu, ama bunların içinde konuşmayı bilen, hitabet yeteneği olan, aynı zamanda işsiz güçsüz olduğu için Sinematek’te işçilik yapabilecek insan Onat Kutlar idi, bu anlamda genel olarak Sinematek Onat Abi’yle anılır.

Sinematek’te para nereden geliyordu, yani kurumsal kimliği yaşatmak için gerekli para nereden geliyordu? Eczacıbaşılardan, yani burjuva bir aileden. Yıllarca Giovanni de dahil, eskilerden Türkiye’de burjuvazinin olmadığı, burjuva kültürünün olmadığı masalını dinleyip durduk. Sabancı’nın Koç’un kültürel kimliğini anlatır, daha sonra da Türkiye’de bir tek Eczacıbaşıların burjuva kültüründen nasiplendiğini dem vururlardı. 1960’lı yıllar boyunca Sinematek genel olarak solcu eğilimde oldu, ama Sinematek’in net bir ideolojik kimliği olmadı.

Gelenlerin kimliğine baktığımızda, büyük oranda sanatçılardan oluştuğunu görsek de, Sinematek de arzu-doyumu işlevi gören ve oraya ayrı bir hava katan “güzellerimiz” Nişantaşı’nın Avrupai suretleriydi. Bu da enteresan, çünkü yerli yapımların “sanatsal olarak doyurucu olmadığı” yabancı ithal filmlerin fazla ticari olduğu, “iyi eğitimli angut adayı olarak burjuvaların” görgüsünü artırmak için Sinematek çok elverişliydi, ilk yıllarında da aynen böyle oldu. Siz daha sonra anlatılan tarihe bakmayın, sanki Türkiye’nin büyük estetik tartışmaları yapılıyor, ulusal bir sinemasal-kültürel dil aranıyor, bu toplumun sanatını büyük ölçüde reforme edip toplumla sanatın bağını yeniden kuruyorlarmış gibi bir hava estirilse de, Sinematek ne bunu amaçladı, ne de bunu yapabilecek bir bünyeye sahipti.

İlk çıkan Yeni Sinema dergisi, başlangıçta gayet düzenli çıktı, buna rağmen, asla Türkiye’de çok okunan, çok tartışılan, sinema camiasına şekil veren bir niteliğe sahip olmadı, işin gerçeği Yeni Sinema dergisi 1960’larda, marjinal bir dergiydi ve kendi kendini bile finanse edemiyordu, bugün de arşivciler için önemi dışında, istisnai bir önemi yoktur. Ama ne oldu, bir sürü kolejli de aralarında olmak üzere, basına girememiş, düzenli çalışmanın “zorbalığından” ürken, bir dili yarım yamalak bilen “genç insanları” etrafında topladı, bunların büyük bölümü de ertesi yıllarda silinip gitti ve Türkiye’de sinema eleştirmenliği ve estetik tartışmaları her zaman kısır kaldı. Fikre bu ülkede ne zaman toplumsal bir önem atfettik ki? Etyen Mahçupyan’ın Başbakan Danışmanı, Yiğit Bulut’un Cumhurbaşkanı Danışmanı olduğu ülkede, fikrin ne önemi vardır ki?

Buna karşın, genel atmosferi nedeniyle, 1968’in dünyada yarattığı atmosfer ve Avrupa’da felsefenin durumu nedeniyle, Sinematek Türkiye’de solun hanesine yazıldı ve parayı veren Burjuvanın düdüğü çalınmadı.

Şunu hiç unutmayın, Türkiye Sinemasının estetik-toplumsal-iktisadi-sömürü ilişkileri-tarihsel mirasımız konusunda tartışmalar çıktığında, Onat Kutlar’ın bu konuda benimsediği tavırlar, Yeni Sinema’da yayınlanmadı, aksine Papirüs Dergisinde yayınlandı. Kurumun sınıfsal söylemi ile sınıfsal kimliği çatışıyordu çünkü.