Ulusal Yarışma’da günün üç filmi olumlu izlenimler bırakırken Eylem Kaftan imzalı ‘1 Gün, 365 Saat’ kadın dayanışmasını öne çıkaran perspektifiyle beğeni topladı.

Kadın dayanışması yaşatır, sinema dayanışmadır
‘1 Gün, 365 Saat’ film ekibi. (Fotoğraf: Altın Koza)

Emrah KOLUKISA

Film festivalleri biraz da yeni arayışların, farklı sinemasal yaklaşımların öne çıkarıldığı etkinlikler olmalı ve Adana’da Ulusal Yarışmanın ikinci gününde izlediğimiz üç film Altın Koza’nın tam da bu yönünü yanısıtıyordu bir bakıma. Belgesel sinemanın yetkin bir örneğini sunan Eylem Kaftan’ın kurmaca ile kurmaca-dışı anlatı arasındaki arayışları bir yana, her ikisi de ilk uzun metrajlı filmleriyle izleyici karşısına çıkan Umut Subaşı (“Sanki Her Şey Biraz Felaket”) ve Tunahan Kurt (“Karganın Uykusu”) kendi sinema maceralarının başlarında iki yönetmen olarak kurmaya çalıştıkları dünyanın ve görsel anlatı dilinin arayışında olduklarını hissettirdiler. Gün boyu izlediğimiz üç filmden de olumlu izlenimlerle çıkmak pek beklemediğimiz güzel bir sürprizdi doğrusu.

Altın Koza’da bir de belgesel yarışması olduğu halde Ulusal Uzun Metraj Film Yarışması’nda karşımıza çıkan ve belgesel sinemanın araçlarını kullanan “1 Gün, 365 Saat” izleyenlerin bir miktar kafasını karıştırsa da dünyada artık bu tür ayrımların gitgide silikleştiği bir gerçek ve Cannes, Berlin, Venedik gibi majör festivallerde büyük ödüllerin sık sık yenilikçi belgesellere gittiğini de unutmamak gerek. Yıllar önce Adana’da yine Ulusal Yarışmaya alınan “İki Dil Bir Bavul” (Orhan Eskiköy, Özgür Doğan) adlı filmin de belgesel yarışmaya değil ana yarışmaya alındığını, hatta ödül kazandığını hatırlıyoruz örneğin. Yşne de bu tartışmanın gündeme gelmesi çok şaşırtıcı değil, sadece şunu gözden kaçırmamak lazım, Kaftan’ın ulusal yarışmada izlediğimiz filmi (keza “İki Dil Bir Bavul” da öyleydi) alışılageldik belgesellerden değil ve içinde kurmaca film trüklerini de barındıran hibrit bir yapıya sahip. Bir fırsatını bulup da izlediğinizde ne demeye çalıştığımı daha iyi anlayacaksınız.

Bir gün önceki yazıma koymayı planladığım başlıklardan biri “Kadınlar başrolde” olmuştu, çünkü ilk gün izlediğimiz filmlerde belirgin bir kadın ağırlığı vardı. İkinci gün bu kadar belirgin bir vurgu yoktu belki ama şimdiye kadar izlediğimiz filmler içinde en çarpıcı kadın temsilini Eylem Kaftan’ın “1 Gün, 365 Saat” filminde gördük. Aile içinde çocuk denecek yaşlardan itibaren sistematik bir taciz gören iki genç kadının gerçek deneyimlerinden yola çıkan ve o genç kadınları kamera önüne taşıyarak benzerine az rastlanır bir belgese çeken Eylem Kaftan, ne yalan söyleyeyim, beni olumlu anlamda çok şaşırttı. İlk uzun metrajlı kurmaca filmi “Kovan”ı yine Adana izlemiş ama bir hayli olumsuz bir izlenimle filmden çıkmıştım. O yüzden beklentilerim ters yöndeydi ama dediğim gibi beni çok şaşırtan, tam anlamıyla ters köşeye oturtan çok etkileyici bir filmle karşılaştım. İçinde hemen hiç erkeğin bulunmadığı ve tıpkı bir gün önce izlediğimiz “Cam Perde” gibi grafik şiddet görüntülerini yer almadığı film “kadına şiddet” olgusunu bambaşka bir açıdan, daha çok kadın dayanışmasını öne çıkaran bir perspektiften anlatıyor ve bu haliyle Fikret Reyhan’ın filminden neredeyse bütünüyle ayrılıyor. Hatta diyebilirim ki Reyhan filminde eksik olan ne varsa Kaftan’ın filminde bulabiliyorsunuz. İki film de aynı meseleyi ele alırken biri gerilimi ve kadının çıkışsızlığını öne çıkarıyor, diğeri ise duygusal bir damardan ilerleyip kadının erkeklerden azade bir dünyada birbirilerine destek olarak nasıl umudu yeşertecebileceklerine vurgu yapıyor. Reyhan’ın filminde şiddet mağduru kadın yine sürekli başka erkekler tarafından koruma altına alınmaya çalışılırken, Kaftan’ın filminde kadınların kurtarıcısı yine kadınlar oluyor ve kadınlar tarafından kurtarılan kadınlar kendilerinden sonraki şiddet mağdurlarını kurtarmak için çaba sarfetmeye başlıyor. Bu da “1 Gün, 365 Saat”in bizce en kıymetli yanı, yani sizi öfke ya da acıma duygusuyla değil umut ve dayanışma duygularıyla bırakması. Tam burada bir de parantez açarak filmin merkezindeki üç genç kadına, değiştirilmiş adlarıyla Reyhan, Leyla ve Asya’ya da değinmek istiyorum. Her üçü de yıldız ışığına sahip bu üç muhteşem kadın Altın Koza’dan ödülle ayrılırsa hiç şaşırmam. Çünkü bazı roller önemlidir ve -sinemayı boşverin- hayatta bu rolleri üstlenmek cesaret gerektirir!  

Günün diğer filmlerine de kısaca değinirsek; Umut Subaşı’nın ikisi kadın ikisi erkek dört kişinin ilginç bir şekilde kesişen öykülerini anlattığı ve absürt tonlar taşıyan, mizahın yer yer güçlü bir biçimde öne çıktığı ilk filmi “Sanki Her Şey Biraz Felaket” dünya sinemasında kendi özgün dillerini kurmuş Yorgos Lanthimos, Nadav Lapid, Peter Strickland, Roy Andersson gibi isimleri getiriyor akla. Saydığım isimler aslında birbirine hiç benzemeyen sinemacılar ama ortak özellikleri herhangi bir sahnelerini izlediğinizde dahi hangi yönetmenin elinden çıktığını anlayacağınız ölçüde özgün bird il yaratmış olmaları. Bu anlamda Umut Subaşı’nı da takip etmemiz gerek, bakalım adı gibi umut vaat eden yönetmen bu yolda ilerlemeye devam edecek ve kendi özgün sinema dilini tam anlamıyla oluşturacak mı? Çünkü, kabul edelim, “Albüm” filmiyle yine hem Adana hem de Antalya’da ödüller alan Mehmet Can Mertoğlu bambaşka bir sinema dili yaratma kanusunda en iddialı sinemacılarımızdan biriydi ve aradan geçen yıllara rağmen biz hala yeni filmini bekliyoruz. Umarız Umut Subaşı bizi o kadar bekletmez. Burada aslında adı geçen her iki sinemacıya da aynı çağrıyı yaptığımızı  vurgulayalım.

Adanalı genç sinemacı Tunahan Kurt’un filmşi “Karganın Uykusu” şimdiye kadarki en kalabalık izleyiciyi topluluğunu çekti sinemaya ve Altın Koza’nın İzleyici Ödülü’nü almaya en yakın filmi olarak yansıdı perdeye. Kısa filmleriyle Adana’da hiç de fena olmayan bir izleyici kitlesine seslenen Kurt bu ilk uzun metrajlı filminde son derece bıçak sırtı bir konuya eğilmiş ve filmin merkezine oturttuğu Nasip karakterinin üzerine hikayesini inşa etmiş. Nasip rolünde Ahmet Ağgün’ün herkesi etkileyen bir performans çıkardığını ve Altın Koza’dan bir ödülle dönme olasılığının hiç de az olmadığını söylemek gerek. Sinemamız yeni ve çok değişik bir yüz kazandı desek yeridir, tabii Ağgün uzun zamandır yaşadığı yurt dışından dönüp kendine Türkiye’de bir kariyer çizmek ister mi bilemem. Öte yandan Adanalı sinemacı Tunahan Kurt’un yargılardan uzak durmaya çalışıp Nasip’i izleyiciyle mesafelendiren yaklaşımı ne derece doğru, bunu da konuşmak lazım. Sonuçta burada da kadına şiddet meselesinin üstü kapalı da olsa işlendiği bir hikaye var ve bilinçsiz bir anında karısını öldüren bir adamın yaşadığı vicdan muhasebesinin izleyicide yarattığı etki tartışmaya çok açık. Hatırlanacak olursa karısını, kızını, sevgilisini öldüren birçok katilin “Kendimi kaybetmişim, ne yaptığımı bilmiyordum” diye kendilerini savunduğu çok vaka yaşandı bu memlekette.