Kadının seçimi

CEMRE SOYSAL

Gün geçmiyor ki bir kadın çıkıp kadınlık kimliği üzerinden kendini ifade etmek, tabiri caizse “savunmak” zorunda kalmasın. Bu haftanın özellikle üzerinde durulan konusu ise yine annelik meselesiydi. Toplum nedense kadının ne yapması ya da ne olması gerektiğine dair yürüttüğü fikirlerinde söz sahibi olma iddiasını bir türlü kenara bırakamıyor. Bu ısrarcı tutuma karşı da artık birçok kadının kendi hakkını koruma ve dile getirme isteği günden güne artıyor.

Biyolojik gerçeklik açısından bakıldığında yalnızca kadına verilmiş bir özellik doğurganlık özelliği. Bir bebeği dünyaya getirmek, getirdikten sonra da onu kendi bedeninin ürettiği bir besinle doyurabiliyor oluşunun etkileyici olduğunu kabul etmek gerekir. Bir yavrunun dünyaya geliş serüvenindeki ahenk her sefer şaşkına uğratacak cinsten. Paragrafın başındaki “biyolojik” kelimesinden devam edecek olsaydık belki çok daha fazla yazabilir ya da konu hakkındaki kadının seçiminin önemi var mı diye tartışabilirdik. Eğer yalnızca doğanın verdiğini kullanmakla yükümlü olan bir makine olarak görseydik kadını o zaman bahşedilmiş doğurganlık ödülünün karşılığını vermekle yükümlü tutabilirdik.

Toplumun içinde yaşayan kadını anlamak istiyorsak, doğanın ona verdiği özelliklerin yanı sıra kendi varoluşunu biçimlendiren seçimleri, yapmayı ve kasten yapmamayı tercih ettikleriyle bir bütün olarak görmemiz gerekecektir.

İnsanlık tarihine bakıldığında kadını anne kimliği ile görmek bağlam içinde değerlendirildiğinde son derece beklenen bir sonuçtur. İlk baskıyı evlenip evlenmeme seçimi hakkında üzerinden atan kadınlar velev ki evlenmeyi seçti, bu sefer de çocuk sahibi olup olmama konusundaki “akıl verme ve yorumlardan” başını kaldıramıyor. Toplumun beklentisi evlenmiş bir kadının er ya da geç çocuk sahibi olması yönünde. Bunun iki seçenekli bir soru olduğunu ise görmezden gelen toplum ya da sosyal çevre, kadını, doğurganlığını mutlak surette kullanması gereken bir konuma yerleştirmektedir.

Bu noktada doğurganlığın kapsamını açmakta fayda olabilir. Eğer bir bebeği dünyaya getirmekten, ona can vermekten bahsediliyorsa burada hayvani bir dürtüden bahsediyoruz demektir. Fakat dünyaya getirdiği canlının sadece maddi değil, bazen daha da ağır olan manevi sorumluluğunu üstlenmek için hazır hissetmeyen kadın, doğurmamayı tercih etme hakkına sahiptir. Birçok kadının bunu tercih etmesi, tercihlerinden memnun olması kendisinin de aynı deneyimi yaşayacağı anlamına gelmemektedir.

Diğer yandan doğurmayı tercih etmemenin yanı sıra, istemesine rağmen biyolojik olarak çocuk sahibi olamayacak kadınlara da ardı arkası gelmeyen “Çocuk düşünüyor musun?” soruları kendi merakını gidermeye çalışan insanların farkında olmadan karşılarındaki kişiyi ruhsal olarak yaralamalarıyla sonuçlanmaktadır. Tercihini değil zorunluluğu yaşamayı öğrenmeye çalışan kadın toplumsal baskının tetiklediği yetersizlik hissiyle git gide baş başa kalır. Başka bir deyişle toplum, kafasındaki kökleşmiş önyargılarının uyandırdığı merakı gidermek uğruna, durumunu değiştiremeyecek bir kadını sürekli açıklama yapmak zorunda bırakır.

Bu hafta iki kadın çıktı ve bu olaya farklı açılardan yorum getirdi. Biri, anne olmasına rağmen “Anneliğin kutsallaştırılmasına karşıyım,” dedi; diğeri ise “Çocuğum olmuyor ve eşim de ben de bu durumu kabullendik” dedi. Ona yapılanların aksine kimseyi suçlamadan, yargılamadan “Ben buyum, hakkımda yorum yapmayı bırakın,” dedi.

Daha gidecek epey yolumuz olsa da kadınların bu yolda pes edecek bir hali gözükmüyor. Çünkü artık yaptıklarıyla ve yapmamayı seçtikleriyle var olmak, dayatılan kimlikleri değil çerçevesini kendilerinin tanımladığı öz kimlikleriyle var olmak istiyorlar. Toplumun kökleşmiş yargılarına karşın kadınların ne istediğini bilen kararlılığını izlemek hepimize yeni düşünme biçimleri gösterecektir.