Türkiye’de toplumsal alana da büyük ölçüde sirayet eden biçimde siyasal alanda oluşan çatlaklar büyük yarılmalara dönüşmüş bulunuyor.

Türkiye’de toplumsal alana da büyük ölçüde sirayet eden biçimde siyasal alanda oluşan çatlaklar büyük yarılmalara dönüşmüş bulunuyor. Karanlığa işaret eden bu yarılmaları anlayabilmek için siyaseti uzun süre tanımlayan sorun ve mücadele eksenlerine bakmak gerekiyor.

Cumhuriyet’in kuruluşuyla belirginleşen ulus devletleşme sürecinde siyaset üç ana eksen etrafında şekillendi. Uluslaşma süreci Türk ulusunu öne çıkardığı ölçüde Kürt sorununun damgasını vurduğu bir siyaset alanını doğurdu. İkincisi toplumsal alanı da tanımlayan devlet inşası, laiklik ve modernleşmeyi öne çıkardığı ölçüde, din referanslı muhafazakârlığa bir mücadele alanı yarattı. Üçüncüsü, bu proje ulusal ekonomiyi kapitalist bir ekonomi olarak inşa etmeye yöneldiği ölçüde, sınıfsal nitelikte bölüşüm ilişkilerince tanımlanan bir mücadele alanının doğmasına yol açtı.

Kemalist proje uzun süre bu üç çelişki eksenini kontrol altında tutan özgün bir kapitalist modernitenin temsilcisi oldu. 1960’ların ikinci yarısından 1980’e kadar uzanan süreçte giderek artan biçimde siyasal alana sınıf ve bölüşüm temelli çelişkiler damgasını vurdu. 12 Eylül giderek yükselen bu mücadeleyi bastırıp sınıf eksenli bu çatlağın kırılmaya dönüşmesini önlemeye yönelikti; büyük ölçüde de başarılı oldu.

İzleyen uzun dönemde sınıf siyaseti gerilerken, ulus ve din-muhafazakârlık eksenli çatlakların siyasal alanda olduğu kadar toplumsal alanda da derinleşip giderilmesi güç çatlaklara dönüşmesine şahit olduk. Bir yanda 1980’li yıllardan başlayarak körüklenen Türk-Kürt çatışması, diğer yanda Sünni-Alevi ayrışmasından da beslenen AKP marifeti dinci-laik eksenli yarılma bugün geldiğimiz noktada siyasetin savaş biçiminde yürütüldüğü bir Türkiye coğrafyası yaratmış bulunuyor.

Etnik ve dini temelde inşa edilen bu cepheleşmeler iç siyaset-dış siyaset ayrımını büyük ölçüde anlamsızlaştırırken, içerde başlattığı savaşı Türkiye coğrafyasının ötesine taşıyıp bölgesel bir savaşın parçası haline getirmiş bulunuyor.

AKP’nin siyaseti bugün Suriye ve Irak’a kadar uzanırken, Suriye’den gelen militanları Hataylı bir Alevi’den daha fazla kendi vatandaşı olarak görüyor. Kürt siyasetinin kalbi bugün Diyarbakır’da olduğundan daha fazla Rojava ve saldırı altındaki Kobane’de atıyor. AKP IŞİD’le özdeşleştirilişi karşısında, Kürtleri bölücülük, Kobane’ye geçici bir müdahale yapılamasını öneren CHP’yi ise Alevilik temelinde Suriye’de Esad rejiminin koruyuculuğuna soyunmakla suçluyor.

Bu jeopolitik savaş mantığına boyun eğen bölüşüm siyaseti alanında sol, taşeronluk, Soma katliamı, kentsel talan konusunu gündeme getirdiğinde, büyük ölçüde iktidar kontrolündeki medyanın da marifetiyle, ne görünür, ne de duyulur olabiliyor. Kimlik siyaseti “bunca Suriyeli Türkiye’de ekmeğimize göz dikecek” türü milliyetçi seslerin bölüşüm alanında duyulmasına izin veriyor!

Balkanlaşmaya işaret eden bu olumsuz tablo bu topraklarda hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağına işaret ediyor. Öte yandan bu toprakların toplumcu sol birikimi bu karanlık gidişe dur diyebilecek bir müdahalenin mümkün olduğunu söylüyor. O zaman ne içerikte bir müdahaleye ihtiyaç olduğu sorusunun yanıtlanması önemli bir görev olarak önümüzde duruyor.

Gezi başkaldırısı bu sorunun nasıl yanıtlanabileceğine yönelik önemli ipuçları sağladı. Sokağa çıkan geniş halk kesimleri, bölüşüm siyasetini tekrar siyasal alana taşırken, kimlik siyasetini bölünmenin değil, siyasal ve kültürel zenginliğin öğeleri olabileceğini de gösterdi; Türk, Kürt, Alevi, Müslüman kesimler, farklı ağırlıklarla da olsa, aynı sınırlar içinde birlikte yaşama isteklerini meydanlarda yüksek sesle haykırdılar.

Gezi’nin ruhu bir süre sessizliğe büründükten sonra, geçen pazar günü ODTÜ Mezunlar Derneği Vişnelik Tesislerinde bir araya gelen sol siyasal parti, hareket ve bireylerden oluşan güçler, bu ruhu bir gövdeyle buluşturmak için, Birleşik Haziran Hareketi’ni kurduklarını kamuoyuna duyurdular!

Umudun sesi “Bu daha başlangıç” dedi…