Yazılarında kullandığı adıyla Ubeydullah Efendi, (1858-1937) Soyadı Yasası çıkınca Mehmet Ubeydullah Hatipoğlu, Jön Türkler arasında, II. Meşrutiyet döneminde ve TBMM’nin ilk yıllarında renkli kişiliği ile dikkati çeken bir siyasetçi ve özellikle Amerika hatıraları ile tanınan bir gezgin yazar.

Mahmut Esat Bozkurt’un dayısı...

Türk devletinin en büyük istihbaratçılarından biri olarak biliniyor.

Gerçekten de bin bir cepheli. Bugün Buckingham Sarayı’nda imparatorla sohbet ediyor, başka bir gün New York sokaklarında zeytinyağlı patlıcan dolması satıyor. Küba’da sebze halinde zerzevatçıların hücumuna uğruyor. Hamallık ediyor, günlerce aç olarak parklarda yatıyor. Bir süre sonra büyükelçi olarak Afganistan’a giderken yirmi yedi bin kişi tarafından bir karşılanıyor ve o geçecek diye şerefine bütün dükkânlar, çarşılar kapanıyor.

Hikmet Feridun Es’e göre Ubeydullah Efendi’nin seyahat haritası Hindistan, Afganistan, Arabistan, Afrika, Güney, Kuzey, Orta Amerika ve bütün Avrupa’ya kadar uzanmaktadır.

“Bizde onun sadece keten helvacılığı işitilmiştir. Halbuki yaptığı işler de seyahatleri gibi son derecede çeşitlidir. Bunlardan bir ikisini sıralayalım: Fikir adamı, gazete muharrirliği, mebusluk, muallimlik, seyyahlık, imamlık, şekercilik, Amerika’da keten helvacılığı, Amerika’da seyyar dolmacılık, seyyar pilavcılık, Cenup Amerika’da soğan ticareti, yüzük ve küpecilik, Amerika’da binalarda amelelik, seyyar köftecilik, lokantacılık, büyükelçilik, sandalcılık, kuşçuluk, politikacılık, İzmir’de Nakşibendi şeyhliği, Merdiven köyünde Bektaşi şeyhliği, Beyoğlu nikâh memurluğu... Ayrıca birkaç kere sürülmüş, senelerce hapiste yatmış, ölümlerden kurtulmuş, sürgünlerden kaçmış, aç kalmış, hürmet kazanmış bir insandır. Türkçe, Arapça, Farsça, İngilizce ve Fransızcayı pekiyi bilir. Bilhassa fevkalade Arapça yazardı. (Tanımadığımız Meşhurlar, Ötüken)

Bir gün ülkenin düşünce, sanat, politika, basın adamlarıyla Ubeydullah Efendi de tutuklanmış ve zamanın ünlü Bekirağı Bölüğü’ne hapsedilmiştir,

Bir gece geç vakit Bekirağa Bölüğü’nde heyecanlı bir haber dolaşır. Sanıklara, “Artık serbestsiniz!” demişlerdir.

Herkes aceleyle ve dakika yitirmeksizin, eşyasını toplayarak dışarıya, serbest ve duvarsız hayata kendisini atmaktadır.

Bekirağa Bölüğü beş dakika içinde boşalmıştır. Yalnız bir kişi kalmıştır. Yatağında bağdaş kurmuş oturmaktadır. Ve kesinlikle hapishaneden çıkmak niyetinde değildir.

Bu Ubeydullah Efendi’dir.

Hapishane görevlileri şaşkınlık içindedir

Acaba Ubeydullah Efendi serbest bırakılma kararını duymamış mıdır?

“Efendi hazretleri, serbestsiniz!” diye tekrar uyarırlar.

Fakat o gözlerini hiddetle açarak bağırmaya başlar:

“Anladık! Anladık! İşittim! Ne olmuş, ne telaş ediyorsunuz?”

“O halde çıkabilirsiniz, buyursanıza!” diye tekrarlarlar.

Ubeydullah Efendi o zaman büsbütün köpürecektir:

“Vallahi tallahi şuradan şuraya tek adım atmam!”

Görevliler hayretler içinde birbirlerine bakarlar.

Ubeydullah Efendi devamını getirir:

“Nereye giderim ben? Gecenin bu vaktinde herkesi rahatsız edecek değilim ya! Hapishaneden dışarıya tek adım atacak değilim! Çekilin başımdan! Beni günaha sokmayın, şimdi haaa...”

Ubeydullah Efendi’nin meşhur hiddetlerinden biri tutmuştur.

Israr ederler:

“İyi hoş ama, efendi hazretleri, kimse burada kalamaz ki... Kanun müsait değildir.”

Ubeydullah Efendi tartışmaya son noktayı koyacaktır:

“Ben buraya keyfimden gelmedim! Gecenin bu saatinde beni buradan hiçbir kuvvet, hiçbir kanun dışarıya çıkaramaz.”

Ve Ubeydullah Efendi o geceyi hapishanede geçirecektir.

Eskimeyen bir eski zaman…

70’li yıllar…

Buna benzer bir olay da benim başımdan geçecektir.

Şiirin atını mahmuzlamış Anadolu’yu gezmekteyim. Yolum İzmir’e düşer. Cebimde fazla da para yoktur.

Amacım o yıllarda Dalaman Kâğıt Fabrikası’nda çalışan kırk yıllık gençlik arkadaşım Orhan Çınar’a ulaşmak, nasıl olsa orada bir çözüm bulunur İstanbul’a dönmek için…

Cumhuriyet gazetesinde çalışan sevgili dostum Nüvit Tokdemir, bir öneride bulunur.

Cumhuriyet’in Ege Bürosu o yıllarda kapatılmamıştır. İstanbul’da hazırlanan gazete, kimi Ege haberleriyle değiştirildikten sonra İzmir’de basılmakta ve kamyonlarla dağıtılmaktadır.

Nüvit, “Seni Denizli arabasına bindiririm, Aydın’da inersin. Sonra da başının çaresine bakarsın.” deyince, gecenin yarısında kendimi Aydın’da bulacaktım.

İpi inceldiği, sözü gerektiği yerden kesmeli.

Nasıl da uykum var.

Otobüs garajından çıktım, neredeyse ayakta uyuyacağım. Biraz yürüdüm, bir karakola rastladım.

İçeri girdim, gece nöbetinde iki genç polis…

“Beni içeri atar mısınız?” dedim, “Şurada sabaha kadar uyuyayım.”

“Suçu olmayanı alamayız” dediler.

“Peki, suç işleyeyim” diyorum, “Nuh deyip peygamber” diyorlar.

Bir süre tartıştık, umut yok.

Mecburen garajda sabahçı kahvesine döndüm.

İki bardak çay içtikten sonra sabaha karşı Dalaman’a giden otobüsteydim.

Karakolda ayna var mı, öğrenememiştim.