Büyükşehir Belediyesi Başkanlık Protokol bölümü benim tanık olduğum ender yoğunluklarından birini yaşıyordu 11 Eylül 2012 günü. Büyük bir basın ilgisi söz konusuydu. 1974’te Diyarbekir mahpusundan Adana’ya sevk edildikten sonra ilk kez geliyordu şehre İsmail Beşikçi.
Başkan Osman Baydemir anlamlı bir noktaya parmak basıyordu. “Siz 1971 Haziranında Amed Cezaevine girdiğinizde ben daha 83 günlük bebektim. O gün siz Kürdün varlığını ve doğal haklarını hakimlerin savcıların ve demir parmaklıların ardında arkadaşlarınızla savunuyordunuz. Bugün de sizin savunduklarınızı Kürt halkı toptan bir sahiplenmeyle savunuyor.”
Beşikçi Hoca da, her zamanki derviş ve bilim şahsiyeti tavrıyla somut bir gerçeklikten yola çıkarak anlatıyordu. “Güney Afrika’daki Beyazların rejimi kara derililere diyordu ki; ‘Siz bizlerden ayrısınız. Renginiz farklı. Bu sebeple yaşadığınız mekânlar, okullarınız, lokantalarınız, kahveleriniz hepsi ayrı olmak zorunda. Hatta tel örgülerle ayrı olmalı.” Diyordu ve uyguluyordu da. Bir ayrımcılık vardı. Ve Bu yaşamın her alanına yansıyordu. Ama Türkiye’de böyle değildi. Kürtlere siz Kürt değilsiniz. Zaten Kürt diye bir halk da yok. Özbeöz Türksünüz. Bize benzemeli, bizler gibi yaşamalısınız, diyordu. Bu Güney Afrika’nın ayrımcı modelinden daha katı ve acımasız bir rejimdi. İşte bizlerin bütün mücadelesi bu inkarcılığa karşı bir tavır alışla geçti, bugünlere geldik.”
Sonra İsmail Ağabeyle şehir turuna çıktık. Suriçinin kadim mekânlarını gezdik. Dağkapı, İçkle, Eski mahpushane, hatta hocanın yattığı atelye koğuşu ve anıları, Ulucami, Hasanpaşa hanı, Şeyh Matar Cami-Dört Ayaklı Minare, Surp Giragos Ermeni Kilisesi, Keçi Burcu, Mardin Kapı, Hewsel Bahçeleri, Ongözlü Köprü, Cemilpaşa Konağı, Cegerxwîn Kültür merkezi, Sümer park yaşam alanı, Mehmed Uzun Kent Kütüphanesi, Erdebil Köşkü ve Dicle Fırat Kültür Merkezinde Dengbêj muhabbeti, dinletisi. Sülüklü Han’da han sakinleri ile melengiç kahvesi eşliğinde sohbet ve tabi Diyarbekir usulü ciğer kebabı.
Yoğun turun ardından Hocanın, Barış Demokrasi Partisi ve KADEP, HAK-PAR ziyaretleri, Gün-tv ve diğer televizyon kanalları ziyaretleri ve röportajlarından sonra izlenimlerini sorduğumda iki noktaya parmak bastı.
Şehir 1970’lere göre daha Kürdi bir kimliğe bürünmüştü. Kürtçe şehirde daha yoğun konuşuluyordu. Ve halk kimliğinin farkında ve sahibiydi.
Bir de tarihi sur içi çok kıymetliydi. Şehir sur dışındaki yeni alanlarda elbette çağın gereklerine uygun yeni yapılarla gelişebilir, yayılabilirdi. Ama Hoca’nın üç günlük gözlemiyle çok doğru olarak altını çizdiği gibi tarihi sur bölgesi olduğu gibi mekânlarıyla üzerine titrenerek korunmalı, yaşatılmalıydı.
Ve elbette işi kültür, kimlik, sanat, dil ile olanlar kendi alanlarında yetkinleşmeliydi. İşi siyaset olanlar bu ayrıntıyı hiç mi hiç atlamamalıydılar.
İsmail Ağabey’e Diyarbekir ilgisi doğrusu çok anlamlıydı. Kanımca bunun en incelikli ayrıntısı şuydu ki; birçokları sanırlar Beşikçiye sadece Kürt entelijansıyası ilgi duyar. Çünkü Beşikçi Hoca bir yazar. Yazarları da genellikle entelektüeller okur, tartışır, tartıştırır. Bu bakışın eksikliği Diyarbekir’de bir kez daha görüldü. Beşikçi Hoca’nın Diyarbekir ziyaretinde çıplak bir doğruya Kürt halkının kendisi için mücadele eden insanlara ne büyük saygı duyduğunu bir kez daha görüp duygulandım. Her yaştan, genç ve yaşlı insanlar hocayı Diyarbekir sokaklarında gördüklerinde önce hafif bir şaşkınlık ardından da mutlaka çay, kahve ya da başka bir ikram için ısrar ve mutlaka el öpmekte çaba içine giriyorlardı. Hoca her zamanki derviş tavrıyla, mahcup bir tebessümle heyecanını gizleyemiyordu.
Birlikte Diyarbekir’e geldiği İsmail Beşikçi Vakfının İstanbul’daki Başkanı İbrahim Gürbüzle vakfı ve vakıfta oluşturulan kitap, yayın, arşiv gücünü, ağırlığını anlatırlarken Diyarbekir’de vakıf merkezinin açılması çabalarının kısa zamanda sonuç vermesinin altını da mutlaka çiziyorlardı.
İsmail Ağabeyle geçtiğimiz yıl İletişim Yayınlarında kendisi için yayınlanan Armağan kitaptaki yazım üzerine konuşurken “İsyan Sürgünleri” kitabımdaki Silvan Cezaevinde yattığı dönemdeki Fatma Azizoğlu büyüğümüzün cezaevine, hocaya gönderdiği turşu muhabbetinin bir de cezaevinden hikâyesi olduğunu bir gün Diyarbekir’de buluştuğumuzda anlatacağı sözünü hatırlatmam üzerine gülümsedi ve “Tümüyle Mehdi’nin işiydi. Bir görüş gününde olanca espritüelliği ile görüşçülere demiş ki; İsmail Hocanın gönlü turşu istiyor. Azizoğulları da yollamışlar. Hikâye bu, aslında benim haberim yoktu.”
Diyarbekir Kürt kurumsallaşmasının sistemli adımlarla yürüyen merkezi olmakta her yeni günde biraz daha mesafe kat ediyor ve insanlara güven veriyor. Diğer bütün alanlarda olduğu gibi ağırlıklı olarak Kültür alanında bu daha çok hissedilir bir konumda. Bunun ince ayrıntısını Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi Tiyatro sanatçılarının Şekspir’in Hamlet oyununu iki buçuk saatlik ve iki perdelik bir Kürtçe çalışmayla hazırlandıkları Cegerxwîn Kültür Sanat Merkezinin salonunda Hocaya paylaştıkları bilgi performansındaki özgüvenleriyle paylaştılar.
Hissiyatım şu ki; bilimin göstergesinde kararlı ve ısrarcı tavrından asla taviz vermeyen bilge bir derviş; İsmail Beşikçi, ya da Kürtlerin kendisine koyduğu adla Sarî Xoce üç gün şehirde sıkı bir heyecan yarattı. Ayrıldığı günden sonraki gün haberdar olanların çokça sitemi oldu. Keşke hoca daha çok kalsaydı, görüşebilseydik, diye. Ama bu hocanın 40 yıl sonra kente bir ilk merhabasıydı. İsmail Beşikçi Vakfının suriçindeki mekânında açılacağı merkeziyle birlikte Hocanın bir ayağı Diyarbekir’de olacak gibi, benden söylemesi…