Kapitalizmin konut da dahil olmak üzere girdiği her alanda yarattığı sonuçların benzerliğini bir ortaklaşma noktası olarak kurmaya olanak sağlayacak bir tahayyüle ihtiyaç var.

Konut krizini kapitalizme tahvil etmek!
1915 Glasgow Kira Grevi’yle hükümet kira sorununa yönelik reform sağlamıştı. (Fotoğraf: The Conversation)

Kapitalizmin farklı piyasalar aracılığıyla yarattığı oyunların her biri kendine özgü bir sermaye birikim süreci içeriyor. Bu piyasalar içinde emek piyasasının çalışan sınıflar açısından anlaşılabilir nedenlerle bugüne kadar ayrıcalıklı bir konumu oldu. Diğer piyasalardaki konumlar çoğu durumda emek piyasasının bir yansıması ya da alt kümesi olarak değerlendirildi.

Birikim alanı olarak konut piyasası

Görünen o ki gayri menkul piyasası ve onun içinde de özgün konumuyla konut piyasası bugün geldiği aşamada kapitalizmin mantığına yeni boyutlar katan özgün bir piyasa olarak kendi başına bir değerlendirmeyi hak ediyor.

Bu tespitin geçerliliğini göstermek için son dönemde yaşanan “konuta hücum” furyasına kısaca bakmak yeterli! Konut kredilerinde üst sınırı 2 milyon liraya çıkaran karar sonrasında bu miktar için aylık geri ödemenin 26 bin lira olduğu hesaplandı ve soruldu; bu büyüklükte bir aylık geri ödemeyi gerçek anlamda konut sorunu olanlar yapamayacağına göre, gayet iyi koşullarda verilen bu kredi hangi amaca hizmet ediyor? Bu haklı soru bir kez daha emek piyasaları (ücretler) üzerinden süreci sorgulasa da krediyi kullananlar açısından bu bağlantının zayıf olduğu tartışmasız! Çünkü krediyi kullananların büyük bölümü gayri menkul piyasasının birikim mantığı etrafında hesaplarını yapıyor ve o hesaplarda ücret yok. Alınan taşınmazın kısa vadede kira, uzun vadede ise bir yatırım aracı olarak getirisi çerçevesinde hesaplar yapılıyor. Diğer bir anlatımla gayri menkul sektörü özgün çevrimleriyle kendi başına bir sermaye birikimi aracı ve oyunu haline gelmiş bulunuyor.

Toplumsal yeniden üretimin krizi

Öte yandan konut sorununun kapitalizmin toplumsal yeniden üretim krizine yaptığı katkı tam da bu noktadan kaynaklanıyor. Çünkü emek piyasaları ve ücret, kiracı statüsündeki geniş bir kesim için her zamanki önemini korumaya devam ediyor. Örneğin yakın zamanda yapılan araştırmalar pandemi sürecinde işsiz kalan ve çoğu geçmişte göçmen olarak Londra’ya gelen 700 bin kişinin kiralarını ödeyemediği için Londra’dan ayrıldığını gösteriyor.

Başta İstanbul olmak üzere Türkiye’nin özellikle metropolitan kentlerinde benzer çıkmazların oluştuğunu biliyoruz. Üstelik sorun sadece işsiz kesimlerle de sınırlı değil; geniş bir ücretli kesim konut edinmek bir yana artan kira giderlerini karşılamakta her gün biraz daha zorlanıyor. Konut fiyatlarındaki ölçüsüz değerlenme, kamusal bir düzenlemenin olmadığı bir ortamda, kiraların da ölçüsüz biçimde artışını dayatırken, ödemenin kaynağı olan ücretlerin neredeyse yerinde sayışına şahit oluyoruz.

Kısaca, konut krizi toplumsal yaşamın yeniden üretiminin en temel tıkanma noktası haline gelmiş bulunuyor. Geçmişte yaşanan krizlerde tampon mekanizma işlevi gören barınmaya yönelik arazi işgalleri ya da çepere kaçış gibi stratejilerin de imkansızlaşması sorunu akut olmaktan çıkarıp kronik hale getirmiş bulunuyor.

Konut piyasalarının özgün bir birikim oyununa dönüşmesi aynı zamanda kapitalizmin temel çelişkilerinin de daha çarpıcı biçimde bu alanda gözlenmesiyle sonuçlanıyor. Benzetmeyi emek piyasaları üzerinden yapacak olursak; evsiz kalmayı, emek piyasalarında işsiz kalma durumuyla eşleştirebiliriz; ücret alamamak kirayı ödeyememeye benzer bir dışlanma yaratıyor. Geldiğimiz noktada ev sahipleri kiracılarına kapıda bekleyen potansiyel kiracıları (tıpkı emek piyasalarında yedek işsizler ordusunun işçilere gösterildiği gibi) gösterip, hizaya getiriyor. İşsizliğin yol açtığı göç kararlarına benzer kararlar son dönemde karşılanamayan kiralar nedeniyle de veriliyor; kentler terk ediliyor.

Bu durum karşısında kentlerde tutunmakta zorlanan geniş kiracı kesimlerinin nasıl bir strateji izleneceği sorusuna yanıt aranacaksa yukarıda yaptığımız benzetmenin sürdürülmesinde yarar var. Çalışan sınıflar, tarihsel olarak emek piyasalarında karşı karşıya kaldıkları sömürü ve diğer tahakküm biçimleri karşısında gerek eylem gerekse örgütlenme biçimleriyle yanıtlar ürettiler. (Genel) grev sınıf mücadelesinin en önemli araçlarından biri olarak öne çıkarken, sendikalar örgütlenmenin en önemli öğesi oldu.

Bu çerçevede akla gelen soru şudur; konut pazarında bugün derinleşen krize benzer stratejilerle yanıt verilebilir mi?

Bir örnek: Glasgow Kira Grevi (1915)!

Bu konuda en çarpıcı örnek 1915 yılında başarılı biçimde gerçekleştirilen Glasgow Konut Grevi’dir. İngiltere’nin ikinci büyük kenti olarak Glasgow, savaşın da etkisiyle ağır bir konut kriziyle karşı karşıya kalmış; sınırlı konut arzı ve enflasyonist ortam kiraların hızla yükselmesine neden olmuştur. Birçok mahallede güçsüz kesimler (kocaları savaştan dönmeyenler de dahil) evlerinden çıkmaya zorlanmış ve bu tür uygulamaların genişlemesi tepkileri de hızla büyütmüştür.

İşçi sınıfı örgütleri ve sol/sosyalist partilerin ağları üzerinden ev tahliyeleri ve kira artırımlarına karşı hızlı bir örgütlenmeye gidilirken kadın örgütleri yürütülen mücadelenin öncüleri haline gelmiştir. Ev boşaltmak için mahallelere gelen güvenlik güçlerinin karşısında artık sayıları on binleri bulan protestocular vardır. Ev tahliyelerine yönelik gösteriler ve kiraları ödememe yönündeki eylemler yayılırken, sosyalist partiler de konuyu siyasal alana taşımıştır. Eylemlerin yayılması ve geniş destek bulması karşısında hükümet, İngiltere tarihinin ilk ve en kapsamlı kira reformunu gerçekleştirmiştir. Bu mücadele sonrasında belediyelerin sosyal konut yapımına yönelmesinin de fitilini ateşlemiştir.

Örgütlü konut mücadelesi mümkün mü?

Bu deneyim ve benzerleri bugün karşı karşıya kaldığımız konut krizine ne söylüyor? Kuşkusuz o günden bugüne kapitalizm ve çalışan sınıflar önemli değişimler geçirdi. Örneğin Glasgow’da kira mücadelesinin örgütlenmesi için altyapı oluşturan işçi sınıfı sendikaları bugün başka alanlardaki mücadeleler bir yana kendi mücadele alanlarında önemli güç yitimine uğradılar. Kapitalizm bir yandan bütün kente ve farklı alanlara yayılırken bütünlüklü bir karşı duruşu engelleyen bir dağınıklaştırma fabrikası olarak da çalışıyor. Dolayısıyla karşımızda yaşamın her alanını kendi mantığına uydurarak kendi bütününün parçası haline getiren bir kapitalizm var. Girdiği her alanda yarattığı özgün görünen oyunlar, birbirine son derece benzeyen dramatik nitelikte sonuçlar yaratıyor. Ama aynı kapitalizm, son derece maharetli bir biçimde sömürü başta olmak üzere çoklu tahakküm ilişkisi kurduğu kesimleri dağınıklaştıran bir etkiyi de eş zamanlı olarak üretiyor. Bu nedenle örgütlü olmadan birçok diğer alanda olduğu gibi konut alanında da etkili mücadele vermek mümkün görünmüyor. Ancak örgütlenme kadar önemli bir başka sorun, karşı karşıya olunan kriz durumlarını bütünlüklü olarak kavramaya izin verecek bir tahayyül ve projenin eksikliğidir.

Kentsel bir tahayyüle doğru

Kapitalizmin konut da dahil olmak üzere girdiği her alanda yarattığı sonuçların benzerliğini bir ortaklaşma noktası olarak kurmaya olanak sağlayacak bir tahayyüle ihtiyaç var. Bu aynı zamanda kentsel bir proje ve devrim tahayyülüdür. Kent, çalışan sınıflar açısından fabrikanın/işyerinin olduğu yer olarak görüldü! Bu tespit tanımı gereği kenti aynı zamanda yeniden üretimin mekânı olarak görmemizle sonuçlandı! Geldiğimiz noktada, Negri’nin altını çizdiği gibi, kentin kendisini devasa bir fabrika olarak görmek ve göstermek gerekiyor. Metanın mantığının evlerimize kadar girdiği ve evlerimizi metaya dönüştürdüğü ve satışa sunduğu devasa bir fabrika!

Bu devasa fabrikada kaybolmamak için bilmemiz gereken tek bir temel gerçeklik var; fabrikanın hangi bölümünde olursak olalım, yaptığımız iş ne kadar özgün görünürse görünsün, günün sonunda bir büyük fabrikanın meta üreten çalışanlarıyız!