Ayşenur Arslan

Geçenlerde Hıncal (Uluç) mesaj attı: “Sedat’a haksızlık yapmışsın.”

Sedat, Hürriyet’in eski genel yayın yönetmenlerinden Sedat Ergin. Hıncal’ın “haksızlık” dediği de geçen haftaki yazım.

Yazımda Sedat’ın, Osman Kavala dosyasına dair tespitlerin ardından kaleme aldığı şu cümleleri paylaşmıştım.

“Kavala’ya yöneltilen suçlamaları ayrıca değerlendirmek gibi bir amacım yok. Benim konum, bir vatandaşı iddianame olmaksızın bir yıl hapiste tutmanın, suçlandığı delil dosyasını görmesine bile izin vermemenin adalet kavramıyla ne ölçüde bağdaştığı sorusunu kamuoyunun vicdanı karşısında gündeme getirmektir. Bunu, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın adalet konusundaki kuvvetli görüşlerinden yola çıkarak yapıyorum.”

Herhalde Hıncal, “Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın adalet konusundaki kuvvetli görüşlerinden” ifadesini, altını çizerek tekrarlamamı haksızlık olarak görmüştü.

Cevaben “(haksızlık yaptığımı) sanmıyorum. Yazdıklarını verdim sadece. Neredeyse hiç yorum bile yapmadım” diye mesaj attım.

“Yapsaydın bari!” diye gülücüklü bir not iletti.

***

Mesajlaşmamız o noktada kaldı. Ancak daha sonra uzun uzadıya düşündüm. Gerçekten haksızlık etmiş olabilir miydim! Sedat aslında bambaşka bir şey mi söylüyordu da ben anlamamıştım!

Doğrusu Sedat’a haksızlık etmek istemem. Zira, gazetecilikte en eski arkadaşlarımdan biridir. 1976 yılından beri tanırım. O bir ajansta çalışıyordu bense TRT’de. Zaman zaman arkadaşlarla evinde buluşurduk.

ODTÜ öğrencisi Osman Kavala ile paylaştığı evinde.

Ne kadar eğlenmiştik o evde. Ne çok siyasi tartışmaya kaptırmıştık kendimizi. Yolumuzu çizmeye çalışırken ne çok kafa yormuştuk.

Hıncal, bu geçmişi bilmez ama onunla tanışıklığımız da 1980’lere dayandığı için en azından Sedat’la yakın olduğumuzdan haberdardır.

Bu yüzden de birbirimizi incitmemizden çekinir.

Doğrusu, ben de istemem incitmeyi. Onca yılın ardından haksızlık etmek, gönlünü kırmak istemem.

Ama...

Ne yazık ki artık hiç birimiz eski fotoğraflardaki biz değiliz.

Benim yaşadıklarım malumunuz. Osman Kavala 400 güne yakın bir süredir tek başına bir hücrede tutuklu. Sedat Ergin Hürriyet’te, Demirören grubunun gazetesinde köşe yazarı.

Aynı yerde olabilir miyiz bugün?

Erdoğan’ın kutuplaştırmadan öte “böldüğü” bir toplumda hangi ASGARİNİN DE ASGARİSİ İLKEDE buluşabiliriz.

Hiç kuşkum yok ki Sedat, o eski ev arkadaşını/dostunu düşünerek üzülüyordur. Yazısını da o duygularla yazmıştır. Ve hatta belki “Erdoğan’a ulaşabilecek bir dil” kullanırsa faydalı olacağını düşünmüştür.

Bazılarını biliyorum.. Bazılarını tahmin ediyorum..

Erdoğan’ın “dava” arkadaşları dışındaki pek çok gazeteci/yazar kendi aralarında “yapılanları doğru bulmadıklarını” konuşuyorlar. Hatta zaman zaman bunu köşelerinde de üstü kapalı/yarı açık dile getiriyorlar.

Tabii hemen ertesi gün, “Canım ben tarafsızım, kızarım da alkışlarım da” klişesiyle iktidarın bir icraatını beğenmek şartıyla!!

* * *

Hâlâ farkında değiller mi acaba?

Eğer Erdoğan’ın (geçmişteki değil günümüzdeki) DAVASINA gönül vermemiş, tam anlamıyla biat etmemişlerse faydası yok. İp cambazları bile gün gelir düşer.

Benim CNN TÜRK’ten kovulmamda değerli katkıları olan Akif Beki mesela. O da sistemin dışına atıldı. Erdoğan’a yaranamadığı için ilan alamadıklarından yakınan Karar Gazetesi’nde gün öldürüyor. Arada bir de bazı ekranlarda boy gösteriyor.

O kovulma sürecinde önemli bir role imza atan.. Akif Beki, “Ayşenur Arslan kalbimi kırdı, özür dilemezse programa çıkmam” dediğinde ona hak veren.. Ben “Ne yani Akif yoksa Medya Mahallesi programı da mı yok” diye sorduğumda “Evet! Akif yoksa Medya Mahallesi de yok. Sok bunu kafana” diyen Ferhat Boratav.. Geçenlerde o da “gönderilenler” kervanına katıldı. Herhalde okuldaki dersiyle yetiniyordur. Uludere Katliamı haberini verdim diye rejiyi bastığını unutup, genç iletişimcilere kim bilir ne masallar anlatıyordur.

Daha onlarca isim.. Doğan Grubu Demirören Ailesi’ne “teslim” edildikten sonra kimler kimler atılmadı ki!

Eklemeye gerek yok, gazetecisinden akademisyenine kimler kimler cezaevinde çürütülmüyor ki!

Hıncal bu fotoğrafı görüyor mudur, bilmiyorum.

Ama Sedat eminim görüyordur. Ve kendisi “mevziiyi kaybetmeden direnmeye çalıştığını” düşünerek teselli buluyordur.

Yok! Bu meselenin artık teselli bulunabilecek hiçbir yanı yok! Tek tek korunacak bir mevzi de yok.

Türkiye belki de dönüşü olmayan bir yola girdi. Erdoğan bu yolda yanında yürümeyecek herkesi gözünü bile kırpmadan feda ediyor.

“Ya benimlesin ya da düşmanımsın” diyor.

Enflasyonla topyekûn mücadele sloganları var ya! Onu aslında Cumhuriyet ile topyekûn mücadele biçiminde uyguluyor.

Cumhuriyet’i.. En başta da “kadını” tasfiye ediyor.

Üstelik bunu artık apaçık/saklamadan/kılıfına uydurmaya bile zahmet etmeden yapıyor.

Yani, özellikle medyada hiç ama hiç kimsenin “görmedim/duymadım/kandırıldım” deme şansı yok.

Kral da çıplak. Onu destekleyenler de.

•••

Mayıs 1971’de üniversite öğrencisiydim. Sinan Cemgil ve arkadaşlarının katledildiği haberi geldiğinde adeta delirmiştik. Sadece öldürülmemişlerdi zira. En vahşi biçimde aşağılanmışlardı. Çıplak cesetleri sürüklenmiş, teşhir edilmiş, fotoğrafları çekilerek o devrin medyasına servis edilmişti.

Herhalde pek azı kullanmıştı o korkunç kareleri.

Sinan Cemgil’in babasının, oğlunu ve arkadaşlarını ihbar eden İnekli Köyü halkına söylediklerini ise daha da azı yazmıştı:

“Ben varlıklı bir aileden geliyorum. Öğretmenim. Ekonomik durumum oldukça iyi. Oğlumu en iyi şekilde yetiştirdim. En iyi okullarda okuttum. Ülkenin en güzide üniversitesi ODTÜ’de okuyordu. Hiçbir şeye ihtiyacı yoktu. Ölmese yüksek mühendis çıkacak ve o da varlıklı bir hayat yaşayacaktı. Fakat o sizin iyiliğiniz için öldü. Bunu bilesiniz diye söylüyorum.”

O köylüler bilmiyordu elbette.

Ama Sinanlar’ın.. Denizler’in.. Sonra Gezi’de katledilen onca evladımızın, katili hâlâ “bulunamayan” Berkin’imizin niye öldürüldüğünü bu ülkenin muktedirleri de biliyor.. Sizler de biliyorsunuz.

Bacak kadar Berkin’den “güya ekmek almaya giden zat” diye söz eden ZAT’ın adalet konusundaki kuvvetli görüşleri ne ola ki!