Robert Penn Warren’ın iki kez filme çekilen romanı “Kralın Tüm Adamları”

Robert Penn Warren’ın iki kez filme çekilen romanı “Kralın Tüm Adamları” 1930ların Amerika’sında Güneyli bir avukatın valiliğe yükselişinin ve düşüşünün hikâyesidir.

Willie Stark sokaktan yetişmiş bir adamdır. Yoksulların her gün biraz daha yoksullaştığı bir dünyadan gelir. Aç karnına yatmanın, itilip kakılmanın, işini kaybetme korkusuyla yaşamanın ne anlama geldiğini herkesten daha iyi bilir. Öykünün başında onu, ihmal yüzünden çöken ve üç çocuğun ölümüne neden olan bir binanın ihalesindeki usulsüzlükleri ortaya çıkarmaya çalışırken görürüz. Valiliğe aday olması da bundan sonradır. Kazanabileceğiyse kimsenin aklına gelmez.

Oysa Stark kaybedecek biri değildir. Her biri yerleşik aristokrat ailelerden gelen adayları geride bırakıp vali seçildiğinde, hep beraber seviniriz. Sonunda Güney’in toprak ağalarını değil de köylülerini temsil edecek biri çıkmış geciken adaleti talep etmektedir. Ancak kısa sürede anlaşılır ki, Willie Stark için amaca giden yolda her şey mubahtır. Ahlaki tereddütleri zaman kaybı olarak görür. Bir yandan yoksullar için hastaneler ve okullar yaptırırken, bir yandan da türlü çeşitli ayak oyunlarıyla rakiplerini bertaraf eder. Edemediklerini de tehdit ve şantajlarla sindirir. O yoksul avukat gitmiş, yerine yükselme hırsıyla dolu bir politikacı gelmiştir.

Gücü bulanın “kendini kaybetmesi” yeni bir hikâye değildir. Ama kendisi değişip dönüşürken, düşmanları gibi dostlarını da mahveder Stark. Bunların başında da hikâyeyi bize nakleden idealist gazeteci Jack Burden gelir. Burden varlıklı ve nüfuzlu bir ailenin çocuğudur. En iyi kolejlere gitmiş, en büyük gazetelerde yazmıştır. Ama Stark’daki başarma arzusunun binde biri yoktur onda. Aksine, bir “kaybeden” olarak resmedilir. Başladığı hiç bir işi bitirememiş, sevdiği kadını bile hayatında tutmayı başaramamış, her anlamda “iktidarsız” bir adamdır.

Belki de bu nedenle valinin gücünden etkilenir ve onun adamlarından biri haline gelir. Bunun bedelini değer verdiği her şeyi ve herkesi kaybederek ödeyecektir. Filmin bir sahnesinde Stark’ı canlandıran Sean Penn insanı kahredecek bir doğallıkla şunu söyler: “Ben böyleyim. Sen de öylesin. Onun için birlikteyiz.” Anlarız ki, Burden gibi insanlar Stark gibilerin yanında olsunlar diye yaratılmışlardır. Kralın adamlarıdır onlar. Krallar olduğu sürece, onlar da olacaktır.

Yine de hikâyenin her aşamasında gazetecinin çekip gideceğini umarız. Burden’ın neden bu yozlaşmış adamın yanında durmakta ısrar ettiğini anlayamayız. Valinin bütün kirli oyunlarını görmesine, hatta bazılarının parçası haline gelmesine rağmen, onu son ana kadar terketmeyecektir.

Bu sadakati basiretsizlik ya da sıradan bir yağcılık olarak okumak mümkündür elbette. Ama bence böylesi bir tür kolaycılık olur. Gazetecinin valinin yörüngesinden çıkamadığı doğrudur. Fakat onu bırakmamasının esas nedeni bir çıkar umması değil, geçmişiyle hesaplaşamamış olmasıdır. Kendi sınıfının riyakarlığından hararetle nefret eder, Burden. Beğenmediği ama değiştirmek iradesini gösteremediği dünyadan da. Hepsi ona geçmişteki başarısızlıklarını hatırlatır. Bir zamanların idealisti, olabileceği en kötü şey haline gelmiştir: alaycı bir izleyicidir o artık. Hem de başkasının iktidarına alkış tutan bir izleyici.

Bilmediği şudur ki, seyrettiği kendi felaketidir aslında. “Kralın Tüm Adamları”nda Vali Stark “dostu” Burden’a son darbeyi, bu düşkün aristokratın hayatı boyunca vazgeçemediği çocukluk aşkını baştan çıkararak vurur. Burden romantik hayallerin, büyük ideallerin adamıdır. Belki de bu nedenle bir türlü eyleme geçememiş, her şeyin mükemmel olacağı anı beklemiştir. Öteki ise muhtemelen kızın önüne diz çökmüş ve “Onursuzunum senin,” demiştir, “her şeyi yapabilirim.” Öyle de olacaktır zaten. Onursuz yani. İlk fırsatta satacaktır o aşkı. Ama kız onunla gidecek, o da oyunu kazanacaktır.

Bizim memlekette de kimileri, parmaklarının arasından kayıp gidiveren o kızın ardından bakar dururlar hala. Yok olup giden onların gençlik sevdası, idealleri, en büyük hayalleridir. O kız ki, aslında onlarındır. En çok onlar sevmiştir onu. En çok onlar düşünmüştür. Masum birer çocukken kulağına güzel sözler fısıldamış, gözlerine bakıp güzel günler ummuşlardır. O kız ki, ellerini uzatsalar dokunacaklardır sanki. Ama şimdi başka birine yâr olmuştur işte.

Doğrudur, kimisi yerini sağlamlaştırmak arzusuyla bağlanır iktidara. Ya da korkuyla diz çöker önünde. Ama “kralın tüm adamları” aynı değildir. Bazıları da işte bu kayıp hissiyle eklemlenir ona. O kıza dokunabilmek için. Başkasının eliyle bile olsa. Bir an için bile olsa.

En kötüsü de bu değil midir?