Çin’in Vuhan eyaletinde ortaya çıkan ve kısa sürede dünyanın bütün ülkelerinde etkisini gösteren salgın hastalık, kapitalist sistemin içine sürüklendiği krizi daha da derinleştirdi. 2008’den beri kriz içinde olan emperyalist-kapitalist sistemin merkez ülkelerinde beceriksiz tek adam yönetimlerinin aldığı yanlış kararlara da bağlı olarak Covid-19 kaynaklı yaygın ölümler, yüz binlerce insanın hastalığa yakalanması, sağlık sistemlerinin felce uğramasına yol açtı.

Pandeminin ortaya çıkarttığı en temel sonuç; kapitalizmin yıllardır insanlığa dayattığı neoliberal politikaların bu trajedi karşısında iflas etmesiydi. Tamamen kâr etmek için oluşturulmuş sağlık sistemi, sosyal güvenlik kurumları, ilaç ve malzeme üretimi çöktü. Görüldü ki yıllardır ilerici devrimci kesimlerin ısrarla savundukları parasız sağlık ve herkes için sosyal güvenlik talepleri, son derece doğru ve insancıl taleplerdir.

Kapitalizmin kâr için üretime dayanan işleyişi, doğayı tahrip ederek ve en temel insani ihtiyaçları paraya indirgeyerek bir yıkıma yol açıyor. Kapitalizmin işleyişi artık kendini yenileme özelliğini yitirmiştir. Kapitalizm bir sistem olarak, bütün bir insanlığı yok oluşa sürüklüyor. Pandemi, bu gerçeği, yoksulluğun pençesinde kıvranan, sömürülen, ırksal, cinsel, etnik, inançsal vb. nedenlerle dışlanan, savaşlarla ve katliamlarla yok edilen en geniş kitlelerin gözünde açığa çıkarttı.

PANDEMİDE TÜRKİYE

Ülkemiz açısından da pandeminin ortaya çıkarttığı gerçekler dünyada yaşananlardan pek farklı değildir. Türkiye, salgın ortaya çıktığında son derece derin bir ekonomik krizin içindeydi. Üstelik “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi” denen yeni rejim, sorunları çözme noktasında sürekli bir yalpalama içindeydi.

Pandemi devletin kasasında para kalmadığını, bu derece bir krizi yönetecek işinin ehli bir yönetimin olmadığını açıkça ortaya çıkardı. Sadece sermayeyi kurtarmaya yönelik geçici tedbirler dışında, duran ekonomik hayatı canlandıracak hiçbir tedbir alınmadı. Maske dağıtamama beceriksizliği, karantina tedbirlerinin neredeyse keyfi uygulanması, Bilim Kurulu’nun birer dekora dönüştürülmesi ve tek adam kararları sürecin kötü yönetildiğini ortaya koydu.

Krizde alınan insan sağlığına aykırı kararların esas belirleyicisi, -işçiler ile çalışanları sağlıksız koşullarda çalışma sahasına sürmek pahasına- sermayedarların beklentisini karşılamaktı. Krizin, işsizliğin, ekonomik geri gidişin üstünü örtmek için ise iktidar bloku her zaman olduğu gibi baskı politikalarına yönelerek süreci yönetmeye çalıştı. Saçma sapan darbe tartışmaları, kayyum atamalarının devam ettirilmesi, gazeteci tutuklamaları pandemi koşullarında da sürdürüldü.

İKTİDARIN TAKTİKLERİ

Bir diğer taktik dinin suiistimal edilmesiydi. Ayasofya tartışmaları, İzmir’de camiden Ciao Bella çalınması gibi provokasyonlar ya da özerklik iddiası üzerine komik antipropagandalar muhalefeti bastırmak için birer araç olarak kullanıldı. TV’lerden ve sosyal medyadan “silah gösterilerek,” muhalefetin sokak gösterileri yapması halinde şiddet kullanılacağına ilişkin tehditler de bu koşullarda gündeme getirildi.

Sivil milisler eliyle ya da bekçileri silahlandırarak ve yetkilendirerek muhalefeti sindirme planları gerçekten de iki ucu keskin bir bıçaktır. Tarihsel olarak toplumsal talepleri bu tür yollarla bastırma şeklindeki stratejilerin en çok bu yola başvuranları vuracağı ve ülkeleri yıkıma uğratacağı açıktır. Çok yakın bir tarihte ülkemizde, Balkan ülkelerinde ve Ortadoğu’da yaşananlar bütün çıplaklığıyla ortada durmaktadır.

İktidar bloku her geçen gün eriyen toplumsal gücünü koruyabilmek ve kendi iktidarını sürdürebilmek için baskı politikalarını sürdürmekten başka bir yol izlemiyor. Bu politikaları bolca din ve milliyetçilik sosuna batırarak muhalefeti bastırmak için ısrarla sürdürüyor. CHP İstanbul İl Başkanı’na verilen ceza, kıdem tazminatlarını gasp etmek için atılan adımlar, barolar ve mühendis odaları üzerindeki baskılar, HDP yürüyüşüne ilişkin tutumlar, gazeteci tutuklamaları, milletvekilliği düşürmeler en son örnekler olarak görülebilir.

İKTİDAR BLOKUNUN YOLU

İktidar blokunun yolu bellidir. Mevcut iktidarını korumak için her türlü baskı ve şiddete başvuracağını öngörmek için kâhin olmaya gerek yoktur. Artık hiçbir toplumsal talep bu rejim tarafından karşılanamaz; bunun için ne yağmalanan kamu kaynakları ne de borçlanmanın sürdürülebileceği uluslararası koşullar vardır. Yükselen toplumsal talepleri bastırmak için yalana dayanan bir medya ve sosyal medya kampanyası, dinin ve milliyetçiliğin köpürtülmesi ve baskı politikaları önümüzdeki dönemin en temel özelliğidir.

Sorun muhalefetin bunun karşısında nasıl bir hat tutturacağıdır. Oyuna gelmeyelim, seçimlere kadar bekleyelim türünden bir savunmacı muhalefet anlayışı, iktidar blokunun işine yaramaktan başka bir sonuç vermeyecektir. Muhalefetin temel açmazı bugünkü kaostan çıkmak için bütünlüklü bir çıkış yolunu ortaya koyamayacak kadar bölünmüş olmasıdır. Tek tek saldırılar karşısında elbette bir direniş hattı kurmak önemlidir ama tutarlı bir çıkış yolunu ortaya koymadan bu mücadeleyi kazanabilmek mümkün değildir.

MUHALEFET: NEREYE GİTMELİ?

Evet muhalefet çok parçalıdır; ancak bu muhalefetin direniş çizgisini herkesi kapsamak adına en geri noktada kurmak doğru bir tutum değildir. Kamucu, laik, ezilen sınıfların çıkarı üzerinden kurulmayan, kendini sadece parlamenter sistemin yeniden kurulmasıyla sınırlayan bir muhalefet anlayışının bugünkü iktidara son vermeyi başarsa bile geniş halk kitlelerinin çıkarlarını sağlayamayacağı açıktır. Sağın diğer parçalarının görüşlerini savunarak sağ bir iktidardan kurtulmak, halk açısından hiçbir şeyin değişmemesi demektir.

Bu nedenle sol sosyalist partilerin önünde ikili bir görev bulunmaktadır: Her türlü kötülüğün ana yatağı haline gelen mevcut iktidar blokunu yenilgiye uğratacak geniş bir cephe yaratmak ve bunun sağlam temeller üzerinde yükselebilmesi için siyasal İslamcı rejimin bütün kurumsallaşmalarını, kadrolaşmasını çöpe atacak bir iradenin örgütlenmesi.

Şimdi sol sosyalist bir çıkış yolunun en geniş kitlelere ve başta muhalif kesimlere gösterilmesi, bunun hayatın her alanında örgütlenmesi yakıcı bir görevdir. Türkiye sol hareketinin tarihsel birikimi bu noktada en önemli dayanak olmalıdır. Türkiye, ülkeyi felakete sürükleyen bu akıl dışı siyasal İslamcı rejime mahkûm değildir. Şimdi solun toplumsal taleplerin taşıyıcısı olmak için cesaretle öne atılmasının tam zamanıdır.