Menteşelerden gelen sesler boş salonda büyüyüp yankılandı. Çelik zırhının içinde bir çocuk kadar savunmasız görünen şövalye ile hüzünlü sevgilisi üzerlerine kapanan kapakların arkasında kaybolup gittiler

Kule merdiveninde buluşma

İrlanda’da hayatım ağır bir yeknesaklık içinde geçiyor. Hemen her gün aynı şeyleri yapıyorum: Evden okula, okuldan eve yürüyüş. Türkiye haberlerini okumakla geçen birkaç saat. Öğleden sonra genellikle başarısız olan çalışma teşebbüsü. Arada bir kütüphane ziyareti. Eve dönerken akşam yemeği için küçük bir alışveriş. Akşamları ise, Mary ile sohbet ya da belki sinema.

Perşembe günleri hariç. O gün müze günü. Her Perşembe saat 17:30’da, Dublin’in güzel sanatlar müzesi National Gallery’ye gidiyorum. Tam o saatte, hayatından bezmiş gibi görünen bir görevli ayaklarını sürüyerek 20 No’lu salona giriyor, köşede bekleyen eski püskü bir ahşap dolabın kilidini açıyor ve ışıkları yakıyor. Dolabın geniş kanatları açılınca, şu ana kadar gördüğüm en güzel tablolardan biri ortaya çıkıyor. Büyük bir özlemle sevgilisinin koluna sarılmış Ortaçağ şövalyesini diğer ziyaretçilerle birlikte nefesimi tutarak izliyorum. Genç kadının kaçmak ister gibi duvara dönüşünde, adamın yüzünden okunan acıyla karışık arzuda, ikisinin merdivenin başında tedirgin duruşlarında gerçekten karşı konulmaz bir şeyler var. Her seferinde ilk kez görüyormuşum gibi etkileniyorum.

Bazıları bu etkiye kapılıp tabloya doğru sürükleniyor. İşte o zaman, kollarını kavuşturmuş köşede bekleyen görevli birden hareketleniyor. Yaklaşanlar özür dileyip mahcup bir şekilde geriye çekiliyorlar. Mevsime ve havanın durumuna göre, salon kimi zaman hıncahınç dolu oluyor. Bazen de yağmurdan kaçmak için müzeye sığınmış bir avuç turistle birlikte, garip bir kardeşlik hissi içinde bu olağanüstü resmin huzurunda duruyoruz. Arada bir hayranlık sesleri duyuluyor. Fotoğraf çekmeyenler, çekenlere onaylamaz bakışlar fırlatıyor. Görevli adam iri yarı gürbüz biri. Bu durumu kanıksadığı belli oluyor. Her zamanki gibi kendi halinde, belinden sarkan anahtar destesiyle oynamaya devam ediyor.

Karşısında mıhlanıp kaldığımız eser, İrlandalı ressam Frederic William Burton’un 1864 tarihli meşhur tablosu: “Hellelil and Hildebrand” ya da daha iyi bilinen ismiyle “Kule Merdiveninde Buluşma.” Sonu acıklı biten bir Danimarka efsanesine dayanıyor. Hikâyeye göre, soylu bir ailenin kızı olan Hellelil ve onu korumakla görevli Hildebrand birbirlerine umutsuzca âşık olurlar. Kızın babası bu ilişkiye karşı çıkar ve Hellelil’in erkek kardeşlerini şövalyeyi öldürmekle görevlendirir.

Hildebrand cesur bir adamdır. Dövüşmeye başladıklarında, kızın yedi kardeşinden altısını öldürür. Ne var ki, bütün bunlar Hellelil’e çok ağır gelir. Şövalyeden hayatta kalan son kardeşini bağışlamasını ister. Hildebrand, onun isteğini yerine getirir ama aldığı yaralar yüzünden sevgilisinin kollarında son nefesini verir. Hellelil de onun hasretine dayanamadığı için ölüp gider.

Bu hikâyeyi anlatan halk şarkısı 1855 senesinde İngilizceye çevrilince, Burton belli ki çok etkilenmiş ve eserini onun üzerine kurmuş. Tabloya konu olan sahne ise, bütün bu kanlı olaylar başlamadan iki âşığın kulenin merdivenlerinde son kez buluşmalarını gösteriyor. Eserin bütününe hakim olan yoğun melankoli, âşıkların bir daha birbirlerini göremeyeceklerini bilmelerinden geliyor olsa gerek. Hellelil’in küçük beyaz elini bir güvercin gibi sevgilisinin kucağına bırakışında, Hildebrand’ın aşk dolu yüzünü onun koluna gömerek sarılışında, ikisinin tamamen başka taraflara bakıyor olmalarında, hep aynı hüznün izleri var.

Tabloya her bakışımda, ressamın bu trajik hikâyeden neden özellikle bu anı seçtiğini düşünüyorum. Başka biri olsa, şövalyenin kahramanlığını gösteren bir sahneyi tercih edebilirdi mesela. Ya da Hellelil’in bütün ailesini kaybedişini hikâye edebilirdi. Ama Burton aşkın kırılgan güzelliğini en iyi anlatacak bu buluşma anını resmetmeyi yeğlemiş. Aynı kırılganlık tablonun fiziksel varlığında da hissediliyor. Yüksekliği bir metreyi bile bulmayan “Kule Merdiveninde Buluşma” çok mütevazi ölçülerde tasarlanmış. Boyutlarıyla izleyiciye tahakküm eden tablolardan biri değil. Üstelik, Burton’un akıl almaz bir ustalıkla çalıştığı detayları ve kullandığı parlak renkleri gören biri için inanması güç de olsa, sadece suluboya ve guaj ile yapılmış. Bu kadar sakınılmasının sebebi de bu aslında. Yağlıboya tablolar gibi zamana ve ışığa dayanıklı değil. Solmaması ve yıpranmaması için, mümkün olduğu ölçüde karanlıkta tutulması gerekiyor.

Geçen hafta başka bir işim çıktığı için, ahşap dolabın açıldığı saati kaçırdım. Kapanmadan belki yakalarım umuduyla geç de olsa gittim müzeye. 20 No’lu salona girdiğimde, yine aynı görevli dolabı kilitlemeye hazırlanıyordu. Her zaman yaptığım gibi tablonun önüne dikilip durdum. Hildebrand’ın huşu içindeki yüzüne, Hellelil’in dokunaklı bir teslimiyetle onun kucağına bıraktığı küçük beyaz eline bir daha baktım. Görevli kapanış saatinin geldiğini anlatmak ister gibi omuzlarını silkti. Ne diyeceğimi bilemediğim için ben de aynısını yaptım. Müzede pek kimse yoktu. Yan odadan gelen ayak sesleri de sonunda uzaklaşıp duyulmaz oldu. Adam alışkın hareketlerle tabloyu aydınlatan lambayı söndürdü. Sonra dolabın geniş kanatlarını sırayla kapattı. Menteşelerden gelen sesler boş salonda büyüyüp yankılandı. Çelik zırhının içinde bir çocuk kadar savunmasız görünen şövalye ile hüzünlü sevgilisi üzerlerine kapanan kapakların arkasında kaybolup gittiler.

Müzeden çıktığımda, bu sefer bir şeylerin farklı olduğunu biliyordum. Hemen eve dönmek istemedim. Her gün uğramayı adet edindiğim markete de gitmedim. Yol üstünde bir yer bulup oturdum. Dalgın dalgın kahvemi yudumlarken, her Perşembe sektirmeden yaptığım bu ziyaretlerin sebebini düşündüm. Bu tablonun üzerimdeki gücünü anlar gibi oldum sonra. Dünyanın barbarlığına, gündelik hayatın bayağılığına, hepsi birbirine benzeyen günlerimizin biteviye tıkırtısına karşı bir can simidi gibi sarılmıştım ona.

Son birkaç senedir, felaketlerle ve düş kırıklıklarıyla kararan hayatlarımızın acıklı bir şekilde küçüldüğünü fark ettim. Umutlarımız, beklentilerimiz, hayallerimiz düpedüz nefessiz kalmıştı. Hildebrand’ın Hellelil’e duyduğu tutkulu aşkta, içinde bulunduğumuz nefes darlığını açan bir büyüklük, bir genişlik vardı. Bu tablo, insanın içini sızlatan güzelliğiyle, sıradan ve ortalama olan her şeye meydan okuyordu. “Vazgeçme,” der gibiydi sanki, “derin duygulardan, büyük hayallerden ve aşktan hiç vazgeçme!”

Kahvemi bitirip kalktım. Eve doğru yürüdüm sonra. İçimde bir sonraki Perşembe gününün beklentisiyle.