Kürt hareketinin eş zamanlı olarak gündeme getirdiği demokratik özerklik ve anadil talepleri akılcı bir tartışmaya konu olamadı

Kürt hareketinin eş zamanlı olarak gündeme getirdiği demokratik özerklik ve anadil talepleri akılcı bir tartışmaya konu olamadı; Türkiye’nin mevcut siyasal iklimini düşününce olmasını beklemek de aşırı iyimserlik olurdu. Siyasetin savaş olarak algılanıp, siyaset alanı da cepheleşmelere sahne olunca, bir cepheden yükselen ses diğer tarafa gürültü olarak ulaşıyor.

Durum böyle olunca, demokratik özerklik ve anadil talepleri ne talebi gündeme getirenler için, ne de karşı taraftaki muhatapları açısından müzakere amaçlı görülmüyor. Kürt tarafı bu talepleri seslendirirken, taleplerinin kabul edileceği ya da en azından müzakere edileceği beklentisinden yola çıkmıyor. Bu talepler önümüzdeki dönemde Kürt siyasal mücadelesine enerji sağlayacak yeni hedefler olarak tanımlanıyor. Azınlık sayılabilecek bir kesim dışında, “diğer yakadaki” kesimler içinse, demokratik özerklik ve anadil talepleri ayrılık yolunda atılmış yeni ve esaslı adımları temsil ediyor. Görünen o ki; karşılıklı olarak güvenin yerlerde gezindiği bir ortamda, kurumsal alanda barışçıl ve diyaloga dayanan siyaset yapmak olanaklı görünmüyor.

Bu durumda, Kürt sorununun bir kez daha kurumsallaşmış siyasal sistemin dışına taş(ın)acağı bir döneme girdiğimizi söyleyebiliriz. Geçtiğimiz dönemde dışarı taşma büyük bir sele dönüşüp silahlı mücadele biçimini aldı. Önümüzdeki dönem bu yöntemin hangi yoğunlukta kullanılacağını söylemek zor. Görünen o ki yeni mücadele stratejisinde kentler geçmiştekinden çok daha önemi roller oynayacak. Sivil itaatsizlik de dahil olmak üzere, yeni mücadele stratejilerinin denenmesinin muhtemel olduğu önümüzdeki dönemde, BDP’li belediyelerin de söz konusu süreçlerin merkezinde yer alması kaçınılmaz görünüyor. Diğer bir anlatımla, sıcak ve sonuçları muhtemelen ağır olacak bir döneme giriyoruz.

Bu haliyle karanlık görünen bu tablodaki geniş boşluğu doldurmak için iktidar cephesinin bölgeye yaklaşımına bakmak gerekiyor. İktidarın bölgeye yaklaşımı uzunca bir süredir ikili bir stratejiye dayanıyor. Kurumsallaşmış siyasal sistem içinde AKP iktidarı mevcut dengelerin olanak verdiği ölçüde ve olabildiğince ilişkileri germeden bölgeye yönelik  ortalama politikalar uyguluyor. Ne Kürt açılımı, ne de bölgeye verilen büyük yatırım sözlerinin bir yere varmadığı bir stratejiyle karşı karşıyayız.

Yüzeyde ve yüzeysel görünen ve siyasal alana sınırlanmış bu stratejinin altında, toplumsal alana yönelik daha derinlikli ve kapsamlı bir diğer strateji daha var. Tarikat düzenin öncülük ettiği bu strateji özellikle kırsal kesimde ve bölge kentlerinin çeperlerinde var olan muhafazakar tabanı genişletmeyi hedefliyor. Bu çerçevede yürütülen çalışmalara Valilikler de kamu kaynaklarını kullanarak destek veriyor.

Bu strateji geçtiğimiz dönemde Türkiye genelinde uygulanandan çok farklı değil. AKP siyasal alanı kontrol edip, bu alanda oluşan çelişkileri karşılarken, bu tür alanlara hiç bulaşmayan başka bir yapılanma toplumsal alanda, stratejik siyasal ve mali destekleri de arkasına alarak örgütleniyor. Bölgenin özgünlükleri çerçevesinde siyasal yapı toplumsal alandaki örgütlenmeyi kolaylaştırmaya yönelik olarak olabildiğince gerginlik yaratmaktan kaçınıyor.

Bu yapılanmada kritik bir unsur Kürt burjuvazisi olarak adlandırılan, ticaret sermayesi. Bu kesimlerin yakın zamana kadar sürdürdüğü sessizliğe karşın, dikkate değer bir bölümünün mevcut iktidara yakınlığı biliniyor. Yakın zamanda bu kesim Diyarbakır’da sessizliğini mevcut iktidar lehine bozdu. Önümüzdeki dönemde bu desteğin daha da belirginleşmesi şaşırtıcı olmayacak. Bütün soru tabanda yürütülen çalışmanın sağladığı desteğin ne boyutlarda olduğu? Son referandumda boykota uyanların oranı dikkate alındığında, hala kritik bir eşiğe gelinmediği düşünülebilir.

Ancak bazı eşikler aşılmış olmalı ki, Öcalan ve Gülen Cemaati arasında bir diyalogun başladığı yönünde değerlendirmeler yapılıyor. İki cephenin kurumsallaşmış siyasal alandaki temsilcisi AKP ve BDP arasında gerginliğin had safhaya vardığı bir dönemde, bu yapıların kurumsal siyaset dışına taşan “unsurları” arasında bir diyalogun başladığına ilişkin haberler esaslı bir ironi yaratıyor. Her iki tarafın da bu tür ilişkilerdeki ustalığı bilinmekle birlikte, bölgedeki toplumsal yapının dini temayüllerini düşününce,  diyalog sürerse bundan kimin zararlı çıkacağını kestirmek güç değil.

Bununla birlikte, Kürt hareketinin bölgesel bir güç olmaktan çıkabilmesinin kendi dışındaki siyasal hareketlerle kuracağı ittifaklara bağlı olduğu yadsınamaz.  Öte yandan, geçtiğimiz dönemde sosyalist partilerle girilen ittifaklar bu açılımı sağlamada yetersiz kaldı.

Böyle olunca gözler ister istemez CHP’ye dönüyor. Kürt nüfusla bağları neredeyse tümüyle kopmuş ve belli cepler dışında Bölge’den oy alamayan CHP’nin Kürt sorunu karşısında yeni bir konumlanma arayışı içinde olduğu biliniyor. Sezgin Tanrıkulu’nun Parti Meclisi’ne girişi bu arayışa işaret ediyor. Ancak gerek CHP’nin kendi koşulları, gerekse Kürt kesiminin şu anki siyasal stratejisi CHP’nin yeni bir konum tanımlamasını zorlaştırıyor.

CHP’nin toplumsal tabanı ve parti örgütünün  Kürt sorunu konusundaki şüpheci tavrı CHP liderliğinin manevra gücünü önemli ölçüde kısıtlıyor. Ancak mevcut manevra alanının da iyi kullanıldığı söylenemez. Anadil tartışmasına Kılıçdaroğlu’nun verdiği tepki bu durumun iyi bir örneği. Belçika’nın karşı karşıya olduğu bölünmeyi dil sorununa bağlayan Kılıçdaroğlu, geçmişteki yaklaşımın ötesine geçip, bölünmenin kaynağındaki bir başka önemli nedene, Flamanlar’la Valonlar’ın yaşadığı bölgeler arasında giderek büyüyen ekonomik eşitsizliklere işaret etmedi. Bu tür bir vurgu, ülkeye yatırım yapmayı  İstanbul’a yatırım yapmak olarak gören iktidara dönüp, “bu ülkeyi bölüyorsunuz” deme şansını da verecekti; ne yazık ki bu fırsat kullanılmadı.

Öte yandan  konunun bölüşüm boyutuna yönelik sağırlığın Kürt tarafında da var olduğunun altını çizmek gerekiyor. Demokratik özerklik ve anadil konularında taleplerini yükselten BDP açısından galiba bölgenin içinde bulunduğu ekonomik sorunlar -bütçe konuşmaları dışında- çok bir önem arz etmiyor. Nitekim CHP liderine yanıt veren BDP yöneticisi Gültan Kışanak her bölgenin sadece kendi dilini konuşması nedeniyle Belçika’nın iyi bir örnek olmadığını vurgulamakla yetindi. Anlaşılan o ki, BDP bölgelerarası eşitsizlik ve bölüşüm sorunlarına vurgu yaparak dil sorununa yönelen dikkatleri dağıtmak istemiyor! Daha doğrusu kimlik siyaseti bölüşüm siyasetine izin vermiyor.

Ne var ki, Diyarbakır sokakları seçkinlerinden farklı düşünüyor; Cumhurbaşkanı’ndan iş istiyor. Sokaktan gelen bölüşüm temelli taleplere kimlik siyaseti üzerinden yanıt vermek bir yere kadar çalışıyor. Bölgede çalışan cemaat makinesi sokağın hissiyatına sesleniyor. Bu hissiyatı dinlemeyenlerin bedelini ödeyeceği bir döneme giriyoruz. Gülen cemaati yerine, açlık ve işsizliğin kol gezdiği yoksulluk cemaatlerine yüzünü dönmek bu kadar zor olmamalı!