Türkiye’nin siyasi tarihini liderlerin tarihi olarak okuyabilirsiniz; Atatürk, Inönü, Bayar, Menderes, Demirel, Ecevit, Erbakan, Türkeş, Özal, Baykal isimlerine en fazla birkaç isim daha eklerseniz, Cumhuriyet’in siyasi tarihini 2000’lerin başına kadar getirebilirsiniz. 2000’lerin başından beri Türkiye siyasetinde liderlere biçilen rolün yeni bir biçim aldığı söylenebilir. Bu rol, Tayyip Erdoğan ve başkanlık sistemi etrafında tartışılıyor olsa da, […]

Türkiye’nin siyasi tarihini liderlerin tarihi olarak okuyabilirsiniz; Atatürk, Inönü, Bayar, Menderes, Demirel, Ecevit, Erbakan, Türkeş, Özal, Baykal isimlerine en fazla birkaç isim daha eklerseniz, Cumhuriyet’in siyasi tarihini 2000’lerin başına kadar getirebilirsiniz.

2000’lerin başından beri Türkiye siyasetinde liderlere biçilen rolün yeni bir biçim aldığı söylenebilir. Bu rol, Tayyip Erdoğan ve başkanlık sistemi etrafında tartışılıyor olsa da, lidere olan vurgunun sağa has bir durum olmadığını görmek zorundayız. Kılıçdaroğlu’nun sorgulanmasının en önemli nedenlerinden biri “güçlü” bir lider profili çizmemesi oldu; sosyal demokrat solun Erdoğan karşısına koyabileceği bir lider arayışı, önce Muharrem Ince, şimdilerde de Istanbul Büyükşehir Belediye Başkan adayı Ekrem Imamoğlu’nun keşfiyle sonuçlandı! HDP’nin sivil alanda benzer arayışının Demirtaş’a aynı vasfı verdiğini; hatta bazı çevrelerde zaman zaman, “keşke Demirtaş CHP’nin başında olsaydı” denildiğini hatırlayalım. Tersinden okununca; yakın tarihte Erdal Inönü’ye yönelik söylenen “çok kaliteli insan ama ondan lider olmaz” lafı da hala hafızalarımızda değil mi?

Öte yandan son dönemlere damgasını vuran güçlü liderlik arayışı Türkiye’ye has bir durum da değil! Arayış, küresel nitelikte ve hemen her ülke, kendi birikimi ve özgünlükleri çerçevesinde güçlü liderini arıyor.

Bu eğilimin küresel ölçekte ortak bileşeni kanımca siyasetin artan bir ivmeyle savaş mantığına teslim olmasıdır. Görünen o ki, Carl Schmitt’in, siyaseti dost düşman ayrımı üzerinden tanımlaması bir metafor olmaktan çıkıp, ürkütücü bir gerçekliğe dönüşürken; siyaset savaş olarak tanımlandığı ölçüde, siyasi liderler de güçlü komutanlar olarak algılanıyor. Kısaca savaş mantığı, siyasete merkezileşmiş ve hiyerarşik bir örgütlenme anlayışını dayatırken; savaşa komuta edecek liderleri de en tepeye koyuyor ve onlardan o vasıfları taşımasını bekliyor.

Tam da bu noktada durup, çözüm diye konulanın sorun haline geldiğine işaret etmek zorundayız. Siyasetin savaş halini alışının geri planında, küresel kapitalizmin yarattığı talan düzeni, bölüşüm sorunları ve eşitsizlikler, yerinden edilemeler, finansal oyunların yarattığı felaketler görülebilir. Lakin, bu sorunlar karşısında, dünyanın dört bir yanında oluşan tepkilerin yol açtığı muhafazakarlaşma, miliyetçilik ve faşizmin güçlü liderler etrafında yükselişi, çıkışa değil çöküşe işaret ediyor. Sonuçta, neoliberalizm kadar, savaş mantığının kendisi de, karşı karşıya olunan krizlerin derinleşmesine yol açıyor.

O nedenle dünyada olduğu kadar Türkiye’de de savaş mantığının dışına çıkacak bir siyaset tarzının üretmesi, sol siyasetin önündeki en önemli görev olarak duruyor. Siyasetin savaş olarak tanımlandığı bir ortamda, bu görevin kolay olmadığı açık! Savaş öyle ya da böyle merkezileşme ve güçlü liderliği, savaşın tüm taraflarına dayatıyor.

Dahası, (sol) siyasetçi açısından bu tür güçlü konumların tanımlanışı çekici bir durum yaratabilir. Ancak sol adına yola çıkan siyasetçinin, Türkiye’nin bugün içine düştüğü çıkmaza girmesinde, böylesi bir siyaset tarzının büyük rolünün olduğunu görmesi gerekir. Toplumun geniş bir kesimi, giderek savaşa benzeyen yaşamın yarattığı hoşnutsuzluk içinde, en son Imamoğlu örneğinde gördüğümüz gibi, güçlü lider(ler) arıyor; o liderden temel beklentisi toplumun, içine itildiği savaş halinin dışına çıkarılması! Hiç kuşku yok bu paradoksal bir durum. Ama liderlik, tam da bu tür paradoksal durumları çözme vasfına işaret etmiyor mu? Siyasetçiyi solcu yapansa bu paradoksu kendi lehine değil, toplum lehine çözebilmesidir.