Köşe yazısı yazmaya hiç de heyecanlı ve istekli olmadığınız günlerde dahi sorumluluk duygusu peşinizi bırakmaz. Bugün de tahmin edebileceğiniz gibi öyle bir gün…

Ama önce şu noktayı vurgulayalım: Yüzde 50’ye yaklaşan bir oy alsa da, tek başına hükümeti kursa da, AKP iktidarında Türkiye’nin normalleşme şansı yoktur. Gezi ayaklanmasından, 17-25 Aralık sürecinden beri böyle bir gerçekle karşı karşıyayız. Suruç katliamından, 10 Ekim Ankara felaketinden sonra durum daha da netleşti kanımca. Bir ülkenin en yaratıcı, en üretken, dünyaya ve evrensel değerlere en açık kesimlerini tamamen yabancılaştıran, onların özgürlük taleplerini şiddetle bastıran bir iktidar, halkı ancak daha fazla baskıyla, zulümle yönetebilir. Bu değerlendirmeye, “laikçi snobizmi”, “solun dev aynasından dikiz” vb. yaftalar yapıştıranlar elbet çıkar. Ne var ki, zaman içinde bu yargının doğruluğunu birlikte göreceğiz.
Doğaldır ki, AKP geriletilseydi, CHP-HDP oyları kayda değer bir artış gösterseydi daha mutlu, gelecekten daha umutlu olacaktık. Ama yine de siyasi mücadelenin sandıkla sınırlanamayacağının, parlamento dışı mücadele biçimlerinin ne denli önemli olduğunun altını çizecektik. Yüzde 10 baraj vesayeti altında, düzen dışı solun sesinin kısıldığından şikayet edecektik.
Artık seçimler geride kaldı şimdi, solculuk, sosyalistlik, devrimcilik iddiası taşıyanlara içtenlikle sorabiliriz:

1) Emperyalizmle mücadelenin esamesinin bile okunmadığı; ABD’nin ve NATO’nun bölge planlarına, İncirlik Üssünün tepe tepe kullanılmasına tek lakırdının edilmediği,

2) Asgari ücreti ben daha fazla artırırım benzeri yarışlara katılmak dışında ekonomi sorulunca, kapitalizmin adının bile anılmadığı, toplumdaki ekonomik güç ve mülkiyet ilişkilerine, piyasa düzenine ciddi bir eleştirinin getirilmediği,

3) Laiklik, bilim ve aydınlanmayı AKP gericiliğiyle mücadelenin ana halkası haline getirmek şöyle dursun, bir tarafın Medine Vesikası’nı referans almasından, öteki tarafın “hacıları-hocaları toplumun sandığa sahip çıkacak en dürüst unsuru” olarak takdim etmesine ulaşan “muhafazakâr açılımların” havada uçuştuğu bir süreci birlikte yaşamadık mı?

Bu konulardaki hassasiyetimizi, acaba “aşırıya kaçan” saplantılarımızla mı yoksa solun temel değerlerine sahip çıkmakla mı açıklamak gerek?

Yukarıdaki satırlar seçim travması yaşayan dost partileri eleştirmek iştahından değil, (zaten HDP 7 Haziran’da temel amacı olan % 10 barajını yine aştığı, CHP ise sembolik de olsa oy oranını ve milletvekili sayısını artırdığı için teselli bulabilir), “anti-emperyalist, anti-kapitalist, laik-aydınlanmacı” güçlü bir siyasi hareketi denkleme sokma gereğinden kaleme alındı.
Aslında 1 Kasım seçim sonuçlarını, ülkedeki milliyetçi-mukaddesatçı tabanın güçlülüğüyle, hep sol aleyhine sonuç veren yüzde 60-40 dengesinin ancak çok uzun soluklu bir ideolojik ve kültürel mücadeleyle kırılabileceği gerçeğiyle açıklamak mümkün. Böyle bakınca, CHP-HDP oylarının yüzde 38’den, yüzde 36.25’e gerilemesini doğal karşılayabilirsiniz.
Yine de 7 Haziran sonrası AKP dışı bir koalisyon fırsatı ortaya çıkmışken bu değerlendirilip, RTE ve şürekâsı için hukuk süreçleri işletilebilse, AKP’nin ülkeyi ahtapot gibi saran koruma ve kollama ağına müdahale edilebilse kirli bir iktidara silkinip kalkma olanağı tanınmamış olurdu.
CHP, Davudoğlu ile koalisyon pazarlığına oturup, AKP’yi hükümet edilebilir bir partner kabul edip meşrulaştırmasa; HDP “hangi bakanlıklara kimi atarsanız atayın yeter ki bizi seçim kabinesi dışı bırakmayın” yanlışına düşmese, 1 Kasım seçim kampanyasında seçmene daha net mesajlar verilebilirdi.
Kaldı ki kampanya sürecinde CHP’nin daha çok Saray’a yüklenen, “müstakbel “ koalisyonun başbakanı Davudoğlu’nu koruyup, gözeten yanlış stratejisi de pahalıya mal oldu. Bir kısım seçmen de muhtemelen, “kaos geliyor” söyleminden etkilenip, “madem Davudoğlu’nun başbakanlığı kesin bari koalisyon macerasına girmeyelim” diye düşündü.
Zaten ikinci bir seçimin yolunun açılmasının AKP’ye yaracağı, belki de sonuçları bilmenin lüksüyle geriye bakınca görülebiliyor. CHP olsa olsa oyunu ve moralini bir miktar artırabilirdi; HDP zaten yüzde 10 barajını aşma hedefine ulaşmış, en fazla onu koruyabilirdi; MHP hep nemalandığı çatışma sürecinin bu kez AKP gölgesinde seyircisi olmanın ötesine geçemezdi; seçmene yönelik net bir hedefi bulunan, oylarını artırıp tek başına iktidar olmayı hedefleyen AKP’ydi. Başta Saadet, bir de 7 Haziran’ın görece iddialı baraj altı sağ partilerinin oylarını devşirince malum sonuç ortaya çıktı.

AKP’nin miting yapabilen tek parti olması, TRT’yi kendi malı gibi kullanması, diğer medya kanallarında haksız ve eşitsiz biçimde tek yönlü propaganda yapması yeterince teşhir edilemed; belki de 7 Haziran’ın yarattığı umutlar rehavete neden oldu…
Şimdi bizleri zor bir dönem bekliyor. Ama devrimcilik zaten baştan zoru seçmek değil midir ? Açıklama sizi kesmemiş de olsa, şimdilik benim verebileceğim teselli bu kadar, kusura bakmayın ne olur…