Fethiye Çetin’in ‘Anneannem’ kitabı beş yıl kadar önce yayınlandığında dikkatimi çeken en önemli olgu; özellikle entelektüel camia içinde ‘kök’ araştırmasına...

“Ew zilam ku êslê xwe nasnake!
Bîrneke, ha bîrneke!
Dinê  axret ew kere, kere…” (*)

Fethiye Çetin’in ‘Anneannem’ kitabı beş yıl kadar önce yayınlandığında dikkatimi çeken en önemli olgu; özellikle entelektüel camia içinde ‘kök’ araştırmasına girişilme meselesiydi. O güne dek Ermeni meselesini konuşmak, hele hele köklerinde Ermenilik mevzuunu araştırmak, gerçekten ‘felaket’ bir şeydi. Zedeleyici, onur kırıcı, hazmedilemez bir konuydu. Bu denli Türk-İslam sentezi bir toplum içinde ‘varlık’ bulanlar, üstüne üstlük ‘imtiyazsız sınıfsız kaynaşmış bir kitle’ olmayı her daim ayrıcalık hatta üstünlük telakki eden ve bunu da gururla savunan bir toplumda, Türk ‘seçilmiş ırkı’nın dışından, bir de Ermeni olmak doğrusu kabul edilebilir bir şey değildi.
Ama ne olduysa oldu işte. Elbette bunu tek başına Fethiye, kitabı ile yapmadı. 21. yüzyıl başlarken dünyada çok kültürlülük, çok dinlilik, çok etnisitelilik gibi meseleler tartışılmaya, ilgi görmeye hatta yüksek sesle sahiplenilmeye başlandı. Türkiye de bu sürece Avrupa Birliği’ne Aday Üye Ülkelik muhabbeti ile kenarından köşesinden tutunmaya çalıştı. Ama bu gayret samimi bir ruh halinden çok, sanki oryantalist bir moda akımın esintisine kısmi bir yelken açış gibiydi. Bir taraftan 1915 ‘Büyük Felaket’inin tartışmaları ‘tarihçilere bırakılsın’ resmi tezine gönderme yapılırken, öte taraftan da ‘hele bir bakalım Ermeni meselesinin aydın camia arasında da olsa tartışılması nereye varacak’, ifadesi kimilerinin kafasında soru olarak yer işgal ediyordu. Paneller, söyleşiler, konferanslar; tabii ki bu etkinliklere yönelik ‘ulusalcı’ mihrakların engelleme salvoları da durmuyordu. Nitekim Hrant’ın katledilmesi bu ‘arayış’ döneminin büyük ve acı dolu kaybı oldu düşüncesindeyim.
İşte ‘Anneannem’ üstüste baskı yaparken nereden anımsadıysam 12 Eylül günlerini düşündüm. (Hoş dipten gelen dalga misali 12 Eylül 30 senedir hiç gündemimizden düşmedi ya! Neyse). 12 Eylül günlerinin çok revaçta karikatürlerinden biriydi anımsadığım. Bir Burjuva, ya da küçük burjuva aile evi, duvarda apoletli bir Osmanlı Paşası’nın antika çerçeveye oturtulmuş eskice bir portresi ve evin süslü hanımı konuşuyor “Şekerim, büyük dedemiz filanca” diye. Bir başka karede ise bitpazarında karaborsaya düşen eski paşa portreleri…
Yüzleşme kimi kez ‘yüz kızartan’ bir ‘işe’ sebep olur. İşte bu tür kitapların yayınının böylesine ‘hayırlı’ işlere delalet etmesi gibi bir fonksiyonellikleri de var. Bırakınız soyunda, sopunda, nenesinde, dedesinde Ermeni aramayı! Bulanların, ya da bilip de o güne dek ‘suskun’ kalanların kimi kez küçük bir tetikleyiciyle kendilerine gelmelerinde varlık bulmalarında ‘hayırlar’ vardır.
İşte şimdilerde Fethiye Çetin, Ayşe Gül Altınay ile birlikte bu kez ‘Torunlar’ı mercek altına almış. Tam da değindiğim noktaya Trabzon’dan bir torun çentik atmış; “Türkiye’de azınlık olmak hakaret olarak kabul ediliyor. Ama her çevre için değil. ‘Beyaz Türkler’ ya da ‘burjuva Türkler’ için gayrimüslim bağlantı aynı zamanda medeniyet kapısı demek.”
‘Torunlar’ (**), 25 torunun sözlü tarih yöntemiyle konuşturulması üzerinden herkesin geçmişe bakarak kendine yeniden sorular sorması üzerine bina edilmiş ve birbiriyle örtüşen, kimi kez birinin, diğerinin bıraktığı yerden ama birbirlerini tanımadan süren/sürdürülen hikâyelerinden oluşmuş bir kitap.
Sır saklamak dünyanın en zor işidir. Bu nedenle hep denir ya! ‘İki kişinin bildiği, sır değildir’ diye! Bunu sanki en iyi bilenler; ‘hiç  konuşmayan, evin bir köşesinde oturan yalnız’ neneler, dedeler. Torunlar meraklı gözlerle soru sordukça ‘yanıtsızlık’.
Ya da ‘evin yaşlısının’ kaybından yıllar sonra ‘hafızanın arşivlenmesi’ üzerine mantık kurmuş kimi metinlerin; torunlardaki kimi kırıntı  bilgilerden yola çıkarak bellek tazelemeleri.
İşte bu noktadan hareketle; 1989 yılında yayınlanan Mıgırdiç Margosyan’ın Gâvur Mahallesi ve diğer kitapları üzerinden yapılan okumalar; Torunlar kitabının birçok yerinde bir yüzleşme ve isim telaffuzuna sebep olabiliyor. Ya da yıllar önce yine bir torun, Serdar Can tarafından kaleme alınmış Nenemim Masalları* kitabı iyi bir ön okuma olabiliyor.
Birilerinin ‘sabah kahvaltısı’ olduğu bir kırıma ses çıkarmayanların sonrasında ‘öğlen yemeği’ olabileceği erken uyarısı! Ya da “Zo’ları  hallettik sıra Lo’larda!” diyen bir resmi tarih tezinin art okumaları için iyi birkaç referans kitabından biri olmaya aday Torunlar kitabı…

(*)    Serdar Can, Nenemin Masalları,
    Umut Yayıncılık, 1991, İst.
(**)    Ayşe Gül Altınay, Fethiye Çetin. Torunlar.
    Metis. Ekim 2009, İst.