Maskenin ardından ötesine

Ayşen Gül ŞİMŞEK/Mimar

12 Nisan 2020'de, salgın yüzünü yeni gösterdiğinde, Tenor Andrea Bocelli “umut için müzik” diyerek tarihi-turistik-kutsal Duomo Katedrali’nin içinden ve ünlü meydanından bize seslendi. Tarih boyunca büyük bedeller ödeyerek inşa ettiğimiz, metalaşan mega kentlerin boşalmış meydanlarını seyrederken fondaki müzik eşliğinde hüzünlendik ve belki de ağladık.

Bu umut ve sesleniş bir dokuma fabrikasından, kentin yoksul mahallelerinden, tersanelerden, mega şantiyelerin vahşi sahalarından, mülteci kamplarından, endüstriyel hayvan çiftliklerinden, yok edilen ormanlardan, savaş yorgunu topraklardan, madenlerden, boşalan ıssız köylerden, bilimsel çalışmalar yapan laboratuvarlardan, çocuk işçilerin yatakhanelerinden, kurumuş derelerden… yükselseydi eğer, sorunun temel kaynağını tüm çıplaklığıyla görmüş, salgının neoliberal kapitalist politikaların hangi yollarından yürüyerek bir uygarlık krizine dönüştüğünü hatırlamış olacaktık. Fakat olmadı. Yarattığı krizden beslenmekte ve kendi çıkarlarına uygun çözümler sunmakta tarihsel deneyimi oldukça güçlü olan kapitalizm ve işbirlikçileri, görüneni görünmez kılmak için bütün organlarını devreye sokmakta elbette gecikmedi. Yüzümüzde maskelerimiz, dramatik yalnızlığımız, depresifleşen kaygılarımız ve korkularımızla baş başa kaldık. Bu korku büyürken sorunlar elbette köklü çözümlerden daha hızlı oluştu.

Hemen ilk elden servis edilen, virüsün herkesi eşit kıldığı, herkese aynı şekilde davrandığı güzellemesiydi. Elbette bu illüzyon uzun sürmedi. Toplumsal, sınıfsal, coğrafik ve ekonomik eşitsizlikleri görmezden gelerek sağlıklı kalabilmenin mümkün olamayacağı gerçeğini biliyorduk. Salgınla mücadelede tüm riskleri bireye yüklemek olsa olsa kolektif bir anlam yitimi, narsistik bir gafil avlanmanın sonucu olabilirdi. Oysa sanatın tüm dalları (edebiyat, sinema, resim vb.) bize bu gerçeği her zaman tüm çıplaklığıyla anlatmıştı. Küresel bir salgın karşısında “evde kal, izole ol” çağrısı tercih değil, imkân /sınıf meselesiydi.

Dünyada ve ülkemizde her koşulda çalışmak zorunda olan emekçiler, neredeyse yeni bir kölelik düzenine dönüşen çalışma koşullarına mahkûm oldu. Türkiye’de pandeminin başladığı günlerden itibaren olanlar, bundan sonra olacakların habercisi gibiydi. İşçilerin elektronik kelepçelerle çalışmaya zorlanması, Manisa OSB Yönetim Kurulu Başkanı’nın “işçilerin mesai sonrasında önlem almayı unutup fabrikalara virüs taşıdığını” bahane ederek, “İşçileri acaba hiç dışarı bırakmasak mı?” şeklindeki açıklaması, Vestel’deki işçi ölümleri, Dardanel Gıda Fabrikası’nda “kapalı devre çalışma” sistemi uygulanarak hasta olan olmayan tüm işçilerin fabrikaya hapsedilmesi, MÜSİAD’ın toplama kamplarından esinlenerek üsler kurması… Örnekler çoğaltılabilir.

Öte yandan dijitalleşmenin getirdiği ve sanki bir “konfor” alanı olarak sunulan uzaktan çalışma modeli, hızlıca hayatımıza geçiyor. Koç Holding 26 Ocak’ta 35 bin ofis çalışanının kalıcı olarak uzaktan çalışmaya geçtiğini duyurdu. 11 Şubat’ta Akbank, pandemi sonrasını da kapsayacak şekilde esnekliği kalıcı hale getirerek “uzaktan çalışma”, “hibrit” ve “ofisten çalışma” modeline geçti. Bütün bu süreçleri, “değişen ortamlara hızlı bir adaptasyon, çevik ve cesur atılımlar” olarak sunuyor olmalarını, temelde pandemiyi fırsata çevirme hamlelerinden farklı okumamak gerekmektedir.

Bize düşen, apokaliptik hislenmelerle umutsuzluğa kapılmak değil, maskenin ardından ötesine bakarak bu ötede bizi nelerin beklediğine odaklanmaktır.

Bize düşen, anormal yeni normallere berrak biçimde bakabilme cesareti göstererek, dayanışmayı büyütme zorunluluğudur.