Oxford Sözlüğü geçenlerde 2018 yılının sözcüğünü açıkladı: TOXİC.

Sözcük, okunuşuyla bizim dilimize de girdiği için biliriz. ZEHİRLİ demek.

Oxford Sözlüğü’nün açıkladığına göre, yıl içinde insanlar internette en çok bu sözcüğü aramış. Belli ki aynı sıklıkta kullanmış. Üstelik sadece tam karşılığıyla değil. Politikadan günlük hayata, ikili ilişkilerden çeşitli metaforlara kadar birçok alanda kavramsallaşmış.

Açıklamada özellikle belirtilmiyor, ancak biz bu kapsama alanında medyanın diline özellikle yer vermeliyiz. Öyle ya, medyamız dünyanın en zehirli diline sahip.

Marjinal yayınlardan... Gençlerin arada bir uğradığı bloglardan... Yeraltı jargonundan söz etmiyorum.

Bildiğiniz büyük kanallarda... Rakamları dünyadaki rakiplerinin yanında zavallı kalsa da çok satan gazetelerin köşelerinde... Neler neler söyleniyor, yazılıyor:

Şerrrefsiz... Çakkaaal... Hain... Vatan haini... Terörist... Törerist... Falan filan.

Döneme... Daha doğrusu Saray’ın çıkarlarına bağlı olarak bu hitapların muhatabı değişse de içerik değişmiyor. Değişmek bir yana, giderek “zenginleşiyor”! Hatta, bizzat Saray’ın katkılarıyla gelişip serpiliyor!

***

Medyanın dili, o toplumun demokrasi kalitesini yansıtır. Yönetenlerin hedeflerini işaret eder, paradigmalarını ele verir. 44 yıllık gazetecilik serüvenimde buna dair sayısız örnek yaşadım.

Aklıma ilk gelen hep şu olur:

Yıl 1975. TRT’de bir yıllık muhabirim. İstanbul’dan bir haberin “dili” dikkatimi çekmişti. Haberde “Bisiklet çalan 17 yaşında bir delikanlının -polisin dur ihtarına uymayınca- ölü olarak ele geçirildiği” söyleniyordu.

Şefime sormuştum: “Bir insan, bir hayat ölü olarak ele geçirilebilir miydi? Neden ‘öldürüldü’ demiyorduk da, sanki yakalamanın doğal / makul / meşru yollarından biriymiş gibi ‘ölü ele geçirmekten” söz ediyorduk?”

Yanıtı hatırlamıyorum. Önemi de yok zaten. Önemli olan, sonraki upuzun yıllar boyunca bu ifadenin habercilerin diline yerleşmesiydi. Gencecik muhabirler ya da koca koca anchormanler yüzlerce hayatı ölü olarak ele geçiriyordu. Yargılamadan, hüküm vermeden öldürmek meşru kılınıyordu.

Son zamanlarda eskisi kadar sık duymuyorum bu kalıbı. Onun yerine “etkisizleştirme” kalıbı kullanılıyor.

İnsanlar artık etkisizleştiriliyor.

Zannedilir ki, operasyon bitince o insanlar yeniden etkin hale gelecek / getirilecek. Ölüler çizgi filmlerdeki gibi ayağa kalkıp yürümeye başlayacak.

***

Zehir var, zehir var!

Kimisi -siyanür gibi örneğin- anında öldürür. Kimisi de -arsenik gibi örneğin- azar azar verirseniz yavaş yavaş öldürür.

Medyamızın, özellikle ve bilhassa iktidar medyasının zehirleri de türlü çeşitli!! Üstelik sadece suçlamıyorlar artık. Tetikçi olmakla övünen Cem Küçük’ün ifadesiyle, kendilerinden olmayanı “medeni ölü” haline getiriyorlar.

Saldırı öyle bir hal aldı ki, yaralamaya bile razı değiller. Öldürecekler. Çok açık. Çok net.

Cem Küçük’le mukayese edildiğinde yıkanıp yunmuş diyeceğiniz Okan Müderrisoğlu’na bakınca hangi noktaya geldiğimizi anlıyoruz.

Sabah’ın Ankara Temsilcisi Müderrisoğlu, sahiden mutedil kalemi ve bulunduğu yere göre bir hayli yüksek dereceli gazeteciliğiyle bilinir. Di!

Ama o bile artık burnundan alevler fışkırtıyor. Ekranda gazeteci / konuk falan olduğunu unutup muhalif gördüğüne saldırıyor. Karşısındakini -geçenlerde NTV’de yaptığı gibi- AKP dedi diye alenen azarlayıp “Ak Parti.. Ak Parti” diye uyarıyor. Hani neredeyse “terbiyeye davet” ediyor.

Anlamak zor değil.

Erdoğan iktidarının en zor, en sıkışık dönemini yaşıyor. Daha bir ay önce “herkes kendi yoluna” demişken Bahçeli’yi Saray’a davet etmesi boşuna değil. Sandık sıkıntılı. Tıpkı ekonomi gibi. Diplomasi gibi. Sokağın hali gibi.

O sıkıntıda bildiği birkaç şeyi yapacak elbette.

Bahçeli’yi yardıma çağıracak.

Bombalar -7 Haziran seçimi sonrasında tanık olduğumuz gibi- patlamasa bile, Erdoğan “terör simülasyonu” yaratacak. Seçmenini “karşı tarafa düşmanlıkla” konsolide edecek. Kendi öfkesini toplumun kılcal damarlarına pompalayacak.

Bu yüzden son günlerde köşelerden zehir akıyor. Ekranlardan öfke taşıyor.

Yahu iktidardasınız. İşiniz garantide. Maaşınız şahane.

Ne bu öfke?

Ee ne yapsınlar? İstikbalinizi Erdoğan’a bağladıysanız, aklınız / fikriniz / sözünüz / özünüzle de bağlanacaksınız. Rüyalarınızda bile sapma göstermeyecek, tam biat sergileyeceksiniz. Yok öyle, hiç değilse rüyalarımda yeni doğmuş buzağı gibi hoppidi hoppidi oraya buraya koşayım. Asla. Hizadan çıkılmayacak. Erdoğan’ın gözlerinden başka gözlere bakılmayacak.

Yazık ya! Şaka değil, gerçekten acıyorum. Artık savunulacak tek bir yanı kalmamış şeyleri savunmaya çalışmak nasıl hazin bir akıbettir!

Biliyorum çok üzülüp pek kırılacak. Ama kusura bakmasın. Yazmasam... Medya tarihine küçük de olsa bir not düşmesem olmaz.

Bir zamanlar “arkadaşım” dediğim Sedat Ergin, geçenlerde (son siper gibi koruduğu köşesinde) Osman Kavala’dan söz etti. Adaletin gecikmesinden yakındı. Ve yazısını şöyle noktaladı:

“Kavalaya yöneltilen suçlamaları ayrıca değerlendirmek gibi bir amacım yok. Benim konum, bir vatandaşı iddianame olmaksızın bir yıl hapiste tutmanın, suçlandığı delil dosyasını görmesine bile izin vermemenin adalet kavramıyla ne ölçüde bağdaştığı sorusunu kamuoyunun vicdanı karşısında gündeme getirmektir. Bunu, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın adalet konusundaki kuvvetli görüşlerinden yola çıkarak yapıyorum.”

Neymiş? CUMHURBAŞKANI ERDOĞAN’IN ADALET KONUSUNDAKİ KUVVETLİ GÖRÜŞLERİNDEN yola çıkmış.

Meselenin doğasında vardır. Zehirle uğraşırsanız er geç siz de etkilenirsiniz. Sizin de elleriniz kirlenir. Soluk borunuz tıkanır. Görüşleriniz ve hayatınız toksik hale gelir. Elbette yılın modasına uygun biçimde!

Zaten ne demişler!

Moda, insanın kendisine yakışanı yaşamasıdır!