“Herkes her istediğini konuşabiliyor, yazabiliyor. AKP öncesi Kürt bile denilemezken artık rahatlıkla her düşünce ifade edilebiliyor...” diyor. Ekliyor: “Havuz medyası deniyor ama o yayın organlarının takip edilme oranı yüzde 10 bile değil. Türkiye’de daha çok beyaz yakalı, kentli, kibirli kesim gazete okuyor.” Derisinin altında bir kalp kalmış mı bilmiyorum ama o yaşadığı varoluş sancısını bir zehir gibi saçıyor. İnsanın kendine, kendi varoluşuna duyduğu acıma duygusunun sonucudur bu. O derin ve berbat yalnızlık varlığını sardıkça ruhu yalnızca kendisini değil koskoca bir dünyayı bile inkâra kalkıyor.

O, gözlerini, o berbat yalnızlığını görmemek için kapatıyor.

O gözlerini kapatırken bizimse çok kan gördüğümüz doğrudur. Dağılan bir et parçasının yanından geçmişliğimiz, kopan bir parmağın gövdemize kurşun gibi çarparak yere düştüğü. Biraz önce sıcacık bir bedenken, halaya türküye durmuşken, yalnızca kendisi için değil dünyanın bütün insanları için özgürlük ve eşitlik diye bağırırken az sonra Sağlık Bakanlığı’nın bir torbasına kürekle taşınan et parçası olarak doldurulmuşluğumuz da. Morgların önünde beklemişliğimiz. Teşhislerde yerlere kapanan kardeşlere, ablalara, ana ve babalara sarılmışlığımız da. Meydanlarda ölen çocukların, yirmi yaşında “gitmese de görmese de” onun olduğu öğretilen ama gittiğinde ölümün karşıladığı çocuk askerlerin, bodrumlarda yok edilenlerin yoksulluğunu ayan beyan bilişimiz de. Ve bunları söyleyen, yazan, anlatanların nasıl birer birer susturulduğunu ve susturulmak için sıraya alındığını görmüşlüğümüz de.

O, gözlerini, o berbat yalnızlığını görmemek için kapatıyor.

Gazeteler, radyolar, televizyonlar susturuluyor ama o konuşuyor: “Türkiye’de basın hiç olmadığı kadar özgür.”

Akan kanın bu coğrafyadan aktığını, kopan etin Malatya’dan, Edirne’den, Afyon’dan, Rize’den, Mersin’den koptuğunu bildiğimiz ve emin olduğumuz gibi tutuyoruz bunu da aklımızda. Aklımızda tutuyoruz bunu da, ateş düşen evlerin yoksulluğunu, Bingöl’de 33 askerin, Özalp’ta 33 Kurşun yarasının acısını tuttuğumuz gibi.

Ama o konuşuyor. Başka bir dünyadan, kibrin ve kendini kurtarmışlığın vatanından ama var olma sancısının derin acısıyla konuşuyor: “(Ölen askerlerin) görevi hayatını vermek ve onun için maaş alıyor. Ekstra bana bir iyilik yapmıyor.”

“Faydalanmak” üzerinden kurduğu dünyasında ölümü de fayda-zarar denkleminde bir olay gibi kuruveriyor. Önce kendinden, sonra coğrafyasından kopuyor. Ve Mehmed Uzun’un hatırası onun üzerinde dolaşıyor. O dünyayı ve ölümü ve arzuyu ve aşkı ve insana ait ne varsa onu kârın ve zararın terazisine koydukça Mehmed Uzun’un o büyük hatırası onun üzerinde dolaşıyor: “Biliyorsun dünya değişiyor; umut, arzu, beğeni, aşk, ilişki, kıssa ve beğeni değişiyor. Bu şeyler o kadar değişti ki destanlar, masallar, cinler, cadılar, melekler de katledildi! Şeytan da katledildi! Yani his, hayal ve manevi mutluluk katledildi. Her şey, her şey kuruşla hesaplanır oldu...”

O her şeyi kuruşla hesaplayan bir sistemin içinden konuşuyor: “Herkes her istediğini konuşabiliyor, yazabiliyor.” Birileri ona “Devletin Kürdü” diyor. Oysa o kendi kendinin bile Kürdü olamadığından çekiyor bütün bu sancıyı. Ölümü bir göreve sıkıştırdığı dünyasından dünyayı da acıtmaya çalışarak çekiyor.