‘Hayallerimizin Seyir Defteri’ kitabıyla okurla buluşan Atay, “Meşhuriyet Çağı’nın dinamikleri içinde, görünme arzusuyla izleyenlerde adeta ‘kültürel pornografi’ denilebilecek bir seyir hazzı yaratılıyor” diyor.

Meşhuriyet çağındayız
Tayfun Atay son kitabında muhafazakâr ikiyüzlülüğü anlatıyor. (Fotoğraf: BirGün)

Eda Köprü YILMAYAN

Antropolog, yazar Tayfun Atay, ‘Hayallerimizin Seyir Defteri’ isimli bir kitap kaleme aldı. Atay kitabında İnek Şaban’dan Recep İvedik’e, Orhan Baba’dan Şener Şen’e farklı kimlikleri incelerken ekranların popüler dizilerini ve bu yapımlarda işlenen kadınlık-erkeklik temsillerini, muhafazakâr ikiyüzlülüğü, çocukluğun nasıl inşa edildiğini anlatıyor. Yaşadığımız çağı “Meşhuriyet çağı” olarak tanımlayan Atay, Zoolog Desmond Morris’in kent yaşamını “insanat bahçesi” olarak ifade etmesinden yola çıkarak “Ekranlarda karşımıza çıkan ve oturup seyrettiğimiz, stüdyolarda insanların birbirini yediği programları, elektronik insanat bahçeleri olarak tanımlamayı öneriyorum” diyor. Atay’la yeni kitabını konuştuk.

HAYALLERİMİZİN SEYİR DEFTERİ
TAYFUN ATAY
Oğlak Yayıncılık - 2023

Sizin yaşadığımız çağa ilişkin bir tanımınız var. ‘Meşhuriyet Çağı’ diyorsunuz. Öncelikle bunu anlamaya çalışalım. Neden?

Şöhret her zaman vardı, ama o zamanlar insan şöhrete sahipti. Meşhuriyet Çağı’nı ayırt eden ise şöhretin insana sahip olması. Yani tanınma, bilinme, fark edilme arzusunun kitleselleşmesi, sıradanlaşması, herkes için bir norm haline gelmesi. 2000’ler başından beri reality-show formatının giderek televizyonlarda öne çıkmasıyla ‘Biri Bizi Gözetliyor’, ‘Popstar’ vb. programlarla kitlelerin seyirci olmaktan öte, seyredilme arzusu kışkırtıldı. Buna bağlı olarak da herkesin tanınma arzusu içinde, şöhret yanılsamasına uğramaya doğru bir kültürel eğilim içinde olduğunu söylemek mümkün.

TÜRKİYE BURJUVAZİSİ

Popüler olma arzusunu sadece belirli bir grup insanın talebi olarak görmemek lazım, öyle değil mi? İyi eğitimli çoğu insanın da aslında bir anlamda derdi bu. Popüler olma isteği sınıflar üstü bir talep mi?

Sınıfsal bir boyutu da var elbette. Mevcut ekonomi-politik sistem yeni teknolojiler doğrultusunda dönüşümler yaratıyor. Endüstri devrimi, buhar makinesi sonrası kapitalist işleyiş nasıl yeni bir evreye geçtiyse bugün de mevcut teknolojik dönüşümle birlikte sistem içerisinde bir değişim yaşanıyor. Bunun içinde sermaye sahibi olanlar, kanallar, yapımcılar, sosyal medya platformlarının sahipleri var, kazananlar bunlar. Kitleler bir dönem nasıl proleterleştiyse bu noktada da lümpen bir motivasyonla kendilerini bir şöhret yanılsamasına uğratma yönünde bu sermayenin dişlileri haline geliyorlar. Öte yandan popüler kültürün içine herkes giriyor. Eski zenginler kendi varlıklarını duyurmaktan kaçınırlardı. Ayıp sayılırdı. Vehbi Koç’un kamusal performansına bakın, bir de torunu Ali Koç’un kamusal performansına bakın, aradaki farkı anlarsınız. İşte sana Türkiye burjuvazisi! Bu, tekno-ekonomik değişimin kültürel yansımasıdır. Ayrıca Türkiye’de farklı sosyal medya platformlarında “sınıfsal” bir seçicilikten söz etmek de bir dönem mümkündü. Örneğin Instagram’ın daha üst, TikTok’un daha alt katmanlara hitap ettiği söylenebilirdi ama bugün bu farkın kaybolduğu, iç içe geçmeler olduğu açık. Bu da kitle kültürünün göstergesidir. Kitle kültürü yukarı ile aşağıyı eşitler, ama daha çok aşağıda eşitler.

Son kitabınızda hayallerimizin seyir defterini tutuyorsunuz. İnek Şaban’dan Recep İvedik’e, Huysuz Virjinden Barbie bebeğe, dizilere kadar farklı temsilleri değerlendiriyorsunuz. Tüm bu temsiller bize neyi anlatıyor?

Kitabımda kurgusal ürünler üzerinden bir değerlendirme yaptım. Bu kurgusal ürünlerde; sinema filmlerinde, dizilerde ortaya çıkan temsillerin, imgeler-hayaller olarak bize sunulanların, hayatımızı ve hayatımızdaki değişimi nasıl yansıttığını, bu değişimin altında yer alan sosyoekonomik temelleri ve iktidar dinamiklerini ortaya sermeyi hedefledim. Kadın-erkek ilişkilerinden çocuğu anlamaya dönük algımıza kadar açılan yelpazede yaşanan değişimlerin kurguda izini sürmeye çalıştım.

İNSANAT BAHÇELERİ

Ekranlardan evlerimize yansıyan bir başka temsil de aklımızın alamayacağı ilişkiler ağını ortaya çıkaran, cinayetleri çözen adeta ekranlarda dedektifliğe soyunan Müge Anlı’nın sunduğu ve onun türevi programlar. Siz bu ve buna benzer programları “İnsanat Bahçesi” olarak tanımlıyorsunuz. Bu tanımı açar mısınız?

‘İnsanat Bahçesi’ tabiri 19. yüzyılda Batı’da, Batı-dışı dünyaların halklarının, özellikle Afrika Siyahlarının alınıp Avrupa ve Amerika’nın en zengin mekanlarında, şehirlerinde kafeslerin arkasında adeta hayvanat bahçelerinde hayvanları nasıl tanıtıyorlarsa aynı şekilde tanıtma yolunda son derece ırkçı, rahatsız edici bir pratiğin adı. Zoolog Desmond Morris’in de kent yaşamının insanları adeta bir ‘insanat bahçesi’nde yaşar hale getirdiğine ilişkin İnsanat Bahçesi adlı bir kitabı da vardır. Morris modern, endüstriyel, rekabetçi yaşamın insanları, hayvanların hayvanat bahçelerinde kısıtlı bir çevrede birbiriyle çatışma içine girmelerindeki duruma benzer şekilde yaşamaya mahkûm ettiğini belirtiyor. Bu tabiri de kısıtlı kent ortamlarında muazzam ekonomik rekabet içindeki insanlık halini tanımlamak için kullanıyor. Bunlardan esinlenerek ekranlarda karşımıza çıkan ve oturup seyrettiğimiz, stüdyolarda insanların birbirini yediği programları, ‘elektronik insanat bahçeleri’ olarak tanımlamayı öneriyorum. Bu ‘insanat bahçeleri’nde karşımıza çıkan insanların, ‘Meşhuriyet Çağı’nın dinamikleri içinde, görünme arzusuyla, özel hayatlarına ilişkin sırları ifşa ederek izleyenlerde adeta ‘kültürel pornografi’ denilebilecek bir seyir hazzı yarattıklarını da düşünüyorum.