Yılmaz Abi’nin iş yaşamıyla tanışması, yani evin ekmeğini getirmek için düzenli işle tanışması 7 yaşına rastlar. Aile, baba eve bir kuma getirince parçalanma tehlikesi yaşar. Ana ve iki çocuğu şehre göçer, kuma ve baba köyde ırgatbaşı olarak çalışırken, aile bölünür, ardından da tipik bir Kürt geleneği olarak 7 yaşındaki büyük oğul evin reisi olur.
Yılmaz Güney İstanbul’a gelmeden komünizmden yargılanması başlamıştı. İstanbul’a geldiğinde ilk işi net olarak TKP ile ilişkiler kurmak ve örgütlü solla düzenli bağı sağlamaktı. 1970’li yıllardaki çizgisine bakıp buna şaşıranlar oluyor, ama gerçektir, 1963-65 arasında sektörde sıfır noktasındayken ve aynı zamanda 1961-63 arasında hapis ve sürgünken, hayatla, Yeşilçam’la ve sanatla bağlarını kuran, kısacası Yılmaz Güney’in eli ayağı olan Türkiye Komünist Partisiydi. Ekmeğini verdi, iş buldu, ihtiyaçlarını giderdi, eğitti.

1963’te sürgünden döndüğünde kendine ilk hedefi, tanımlı, bilinen ve vasıf gerektiren bir mesleğinin olmasıydı. Bu iş için de kendine hedef olarak oyunculuğu seçmişti. Halkla ilişkiler kurması için o yıllarda en çok olanak sağlayacak meslek oyunculuktu. Ama ilk önce daha hapisteyken bunu kafasına koymuştu: Tanımlı, herkesçe bilinen, kabul edilen, halkın ona saygı duymasını sağlayacak meşru bir meslekti.

Bugün çok açık bir şekilde, hiçbir mesleği olmayan, hiçbir kayda değer vasfı, uzmanlığı olmayan pek çok ünlü var. Bu ünlülerin kimileri televizyon yıldızı, kimi futbol yorumcusu, kimileri yönetmen, kimileri senarist, kimileri romancı… Şaşırdınız değil mi? Bunlar tanımlı, bilinen ve meşru meslekler değil mi? Hayır değil, artık günümüz Türkiye’sinde değil. Türkiye’de yaptığı filmlere ‘Karanlık Filmler’ üst başlığını koyup yönetmen-senarist-yapımcı imzasını atan kimileri, aslında sinema sektöründe bunların hiçbirisiyle tanınmaz ve bunların hiçbirisinin mesleki erbabı olarak kabul edilmez. Bu bunun gibi bir şey, sonra da devam etti bu tiplerin övünmesi. Adam alkollü ve uyuşturucu etkisindeyken bir ailenin mahvına yol açıyor, sonra şoförünü polise teslim edip alkolün ve uyuşturucunun etkisinden ‘biyolojik olarak arınmak’ için kliniğe gidiyor, sonra da içi boş vicdan teranesi yapıp teslim oluyor: İşte bizim büyük yazarımız. Bir bakıyorsun ki ‘ünlüye bir yazarımız’ Orwell ile iktidar arasında bağlar kurup Batıyı Batı Yapanlar diye kitap basıyor, peşrev niyetine söylev veriyor. Bu insanların hiçbir tanımlı, meşru ve vasıf gerektiren mesleği yoktur, ne düşünce, ne estetik ve ne de anlam üretiyorlar. Dikkat edilsin bu insanların hepsinin kariyeri zikzaklar ile doludur.

Yılmaz Güney üzerine konuşan, ister menfi ister müspet, ama kayda değer hiçbir şey söylemeyen insanların hepsi bu türden insanlardır. Kısaca mesleksiz ve vasıfsız ünlülerdir.

Yılmaz Güney sadece Yol’un yazarı ve Cannes’da Altın Palmiye alan filmin yaratıcısı mıdır?

Dikkat edilsin yaklaşık 12 yıllık bir zaman dilimine oyunculuk-yönetmenlik-yapımcılık-senaristlik gibi niteliklerden en az birisiyle katılan inanılmaz bir çalışma temposuna sahip, alnı ak ruhu temiz kişiliği ve şahsiyetiyle verici bir emekçidir. Sektörde onun fikirlerine katılsın katılmasın, herkes ilk önce onun sanatına (zanaatına ve emekçiliğine) ve onun kişiliğine saygı duyar. O Yeşilçam emekçilerinin yüzakıdır.

Siyasete gelince, hiçbir zaman yanardöner olmadı, hiçbir zaman iktidarın baskısıyla çark edip insan satmadı, hiçbir zaman ulufe için sektördeki kimi insanlarla kirli işbirliğine girmedi. Aslında bir sinema emekçisi olarak Yılmaz Güney’in sektördeki duruşu, 1970’li yıllarda Münir Özkul’un canlandırdığı Mahmut Usta’nın tam da kendisiydi. İşini iyi biliyordu, çalışkandı, mücadeleciydi ve doğru bildiğinden şaşmayan ve gerektiğinde patrona (düzene) posta koyan onurlu mücadeleci ve direnişçi bir Usta.

Bugün geldiğimiz noktada ‘büyük-yaratıcı-çok sevdikleri auetuer’ gibi unvanlara tamah eden tuhaf insanların çoğu ise gerçekte sinema sektöründe hiçbir mesleğin erbabı değildir ve ürettiklerine sanat dememiz için de hiçbir gerçek nedenimiz yok.

Yılmaz Güney’in durumu başkaydı: mesleğinde her yükselişi, halkımızın çok severek söylediği ve bildiği gibi olmuştu. Adım adım yükselmişti, mesleğin her aşamasından geçmişti ve sektörün bütün sınamalarından başarılı çıkmıştı. Bazı entelektüel olarak bilinen yönetmenlerimize bakıyorum ve ne görüyorum?

Bunların çoğu hayatları boyunca Yılmaz Güney’in liseyi bitirene kadar okuduğu MEB kitapları kadar, yani Batı Klasikleri kadar kitabı okumamış insanlardır. Bu insanlar kalkıp da Yılmaz Güney’e halk adamıydı, lümpendi, delikanlıydı şu bu dediklerinde insanın midesi bulanıyor! Evinde kitaplık olmadan portakal sandıklarında kitaplarını istifleyen, İstanbul’a geldiğinde Bebek’te bir bodrum katında yaşarken evinde kitaplığı olmadığı için inşaat tahtalarının arasına tuğla koyarak kitaplık yapan, ama bu haldeyken masasında senaryolarını, hikâyelerini yazdığı iyi bir daktilosu olan adamdır Yılmaz Güney. Şaşırdınız değil mi? İyi de bunu bana bizzat merhum ve çok değerli dostum Tuncel Kurtiz o masada 1959 yılında içtiği rakı sofrasında gördüklerini anlatmıştı. O masada gelecekteki hayallerini konuşmuşlardı. Bunun üzerinden yaklaşık yarım yüzyıl geçtikten sonra Tuncel Kurtiz’e sordum, o masada Yılmaz Abi’nin gelecekte neler yapacağına dair söyledikleriyle sonra yaptıkları arasında nasıl bir ilişki vardı?

Tuncel Abi’nin gözleri buğulandı ve dedi ki ben o zaman bu hayallere vurulmuştum, ama tabii ki inanamamıştım. Yaklaşık çeyrek yüzyıl sonra öldüğünde de inanamadım. Hepsini gerçekleştirmişti. Ama benim tanıdığım Yılmaz’ın hayali hiç bitmezdi ki!

Düşlerinin peşinde koşanlar ve hayallerine sadık olmayan insanlar ile Yılmaz Güney’in yollarını ayırmazsak, bu mirası yağmalayacak sanat sevicisi ve liboş-liboşe-oportünist ‘auteur’ sanatçı mikrofon başında esip gürleyen, kapalı kapılar ardında ‘örtülü ihale sevicisi’ madrabaz ‘olmayan meydanların kahramanlığı’na soyunup durur!

Hayallerinden vurulan Anadolu Çocuklarının Kahramanı olarak kalsın daha iyi. Çünkü ilk önce sinemacı değildi Yılmaz Güney, ‘Güneşe gömülenlerin yiğit neferiydi.’