Her birey, toplumsal grup ya da sınıf, kimliğini kurarken, geçmiş-mevcut ve gelecek arasında bir ilişki kurar. En genel düzeyde konuşursak, aydınlanma öncesi toplumlarda mevcut, gelecekten çok geçmiş üzerinden şekillenir. Aydınlanmayla birlikte geçmişe yönelik obsesif tavır yerini, gelecek kurgusunun öne çıktığı bir geçmiş-mevcut-gelecek ilişkisine bırakır. Bir kesim tarihçi bugün yaşadığımız dünyanın, 1980’li yıllardan başlayarak “mevcut durum ya da koşullarla” baş etmeye çalışmaktan, ne geçmiş, ne de gelecek üzerinden düşünecek hali kalmadığını öne sürüyor. Buradaki mevcutçuluk, basitçe var olan koşullara yoğunlaşmak, onları önemsemek anlamına gelmiyor; kötü olan, var olan koşullar ve dayatmaların ötesinde düşünme ve davranma yetisinin kalmaması!

Türkiye gerçekliğine önce muhafazakar-milliyetçi kimliği ile mevcut iktidar üzerinden bakalım. Bütün dini ve milli değerler üzerindeki vurguya karşın, halihazırda yapılan şey, geçmişi de tahrip etme pahasına mevcut iktidarlarının korunması değil mi? Bu kaygının en son seçimde Öcalan’dan medet umulmasıyla nasıl dramatik bir hal aldığını görmedik mi? İstanbul’un rant makinasına dönerken, önemsendiği söylenen tarihi mirasın, gökdelenler önünde diz çöküşüne şahit olmadık mı?

Aydınlanmacı düşünce ve projenin, bu ülkeye damgasını vurduğu dönemdeki politika ve uygulamalarında mevcudun, geçmişle bağları koparılırken, kendisini büyük ölçüde gelecek üzerinden kurduğu bir pratikle karşılaşırız. Demir Çelik fabrikaları, demiryolları, çimento fabrikalarının kuruluş öyküsünde geleceğe damgasını vuran bir kalkınma meselesi vardır. Öyle ki, gecekondu meselesine yaklaşım bile belli bir aşamadan sonra, kalkınma ve gelecek kurgusunun damgasını taşır. Özgün bir solcu olarak Doğan Avcıoğlu, 1960’lı yılların başında Ulus Gazetesi’nde “kaynaklarımızı üretken yatırımlara ayıralım, gecekonduları yıkmaktan vazgeçip, konut sorununu çözmenin en ucuz yolu olarak kabul edelim, kaynaklarımızı üretken yatırımlara ayıralım; kalkındığımızda döner, gecekondu sorununu çözeriz” derken, tam da bu gelecek vizyonunu mevcut durumun önüne koymuyor mu? Bu arada maliyetlerin çalışan sınıflara yüklendiğini de bu örnek vesilesiyle ekleyelim!

1980’li yıllarda ANAP ile başlayan ve AKP iktidarıyla bugüne ulaşan uzun dönemde gecekondulara yaklaşımın böylesi bir zaman vizyonu olduğunu söyleyebilir miyiz? Kentsel dönüşümcülük, gecekonduyu rant yaratma ve siyasi destek devşirmenin aracı olarak gördüğü ölçüde geleceği değil, mevcudu kendine dert eden bir anlayışı temsil etmenin ötesine geçemedi.

Bugüne damgasını vuran (büyük ölçekli) projecilik de, aydınlanmacı ve ulus-devlet merkezli kalkınma anlayışının projeci anlayışından zaman ufuklarıyla ayrışır. İstanbul’da yoğunlaşan büyük ölçekli projeler, kaynak yaratma ve aktarma aracı olarak gelecek inşasının değil, bugünü kurtarma kaygının ürünüdür.

Ancak altını asıl çizmek istediğim nokta şu; geldiğimiz noktada, mevcuda sıkışmayı kriz haline getiren sadece iktidarın hali değil, muhalefetin tüm kesimlerinin de mevcuda sıkışmış olmasıdır. Ortada, nesnel olarak ulusal kalkınmacılık ve benzeri türden gelecek kurgulu bir projenin şartları artık yok; başka yerlerde olduğu gibi, Türkiye’de de kurumsal siyasal alanda konumlanan sol, bu konularda yeni bir paradigmaya sahip değil. Mevcudun dayatmaları içinde sıkışılmış durumda! 31 Mart sonrası, (öncesinde de olduğu gibi) yerel yönetimler alanında da benzer bir sorunla karşı karşıyayız. Yolsuzluk ve usulsüzlükler konusunda söylenenler toplumda heyecanla karşılanıyor, ama yaşamsal nitelikteki, “mevcuda sıkışmanın ötesine geçecek bir çıkış, yerel yönetimler alanında mümkün mü” sorusu hala seslendirilmiyor. Geçtiğimiz dönemin muhalif yerel yönetim pratikleri bu soruya olumlu yanıt veremedi. 31 Mart sonrası bu sorunun bir kez daha sorulması ve üzerinde düşünülmesi gerekiyor.

Söylendiği gibi, gelecek uzun sürer! Düşünmeye devam edeceğiz…