Dar Zamanlar ismi bile, efesi kesilmiş bir neslin bunaltısını çağrıştırırken, diğer taraftan da yazarın anlatının zamanıyla giriştiği kurgusal oyunları hatırlatır. Her biri birkaç saat içinde geçen bu üç roman da, geriye dönüşler ve ileriye doğru sıçramalar ile kat kat açılıp genişler ve geleneksel anlatının sınırlarını zorlar.

Mükemmel ve zamansız an’ın yazarı

Geçen pazar akşama doğru, Adalet Ağaoğlu’nun Dar Zamanlar üçlemesinin son romanı olan Hayır’ı okuyup bitirdim. Evde yalnızdım, etraf sessizdi. Böyle zamanlarda genellikle yaptığım gibi bir kahve koyup balkona çıktım.

Kuzeye özgü ağır çekim günbatımını izleyerek kahvemi içerken, uzun bir serüvenin sonuna gelmiş gibi hissettim kendimi. Üç romandır takip ettiğim ve çoğunu sevmesem bile istenmeyen akrabalar gibi kabul ettiğim karakterlere alışmıştım. Bu uzun yolculukta her birinin zihninde dolaşmış, zaaflarına ve arzularına şahit olmuş, düş kırıklıklarının çetelesini tutmuştum. Şimdi bitmişti artık işte. Bir son duygusu geldi üzerime. Güneş batmış, hava serinlemişti. İyice ürperince, hırkama sarınıp içeriye girdim.

Yazarın ölüm haberi henüz ulaşmamıştı. Ona daha iki gün vardı.


Bu tuhaf tesadüfü çok düşündüm sonra. Aysel’in vedası ile Ağaoğlu’nun gidişi kafamda birleşti, birbirinden ayrılmaz hale geldi.

Okuyucular Dar Zamanlar’ı oluşturan ilk iki romanı yakından tanır ve severler. Haksız da sayılmazlar aslında. Övgüye değer ustalık eserleridir her ikisi de. Ölmeye Yatmak, bir kadın olarak büyümenin, yaşamanın ve düşünmenin ağırlığına dair yalnızca Türkçede değil herhangi bir dilde yazılmış en iyi romanlardan biridir. Aynı anda hem yerel hem evrensel olmayı, hem kişisel hem de toplumsal meselelere değinmeyi başarır. Kahramanı Aysel ile birlikte, Cumhuriyet’in ilk yıllarına doğan bütün bir neslin büyüyüp yetişmesini anlatır. Bir Düğün Gecesi ise, çoklu anlatıcıları ve git gide yükselen temposu ile gerçekten unutulmaz bir romandır. Ağaoğlu bu ikinci kitapta kurguya dair becerilerini sakınmadan önümüze serer: Bir zihinden öbürüne, bir kareden diğerine hızla hareket eder ve birçok farklı planı üst üste koyarak çok renkli bir karnaval sahnesi yaratır. Sinematografik bir romandır bu. Teknikolor’dur hatta. Renkleri yoğun, ayrıntıları belirgindir. Yakın tarihimizin çok önemli bir kesitini müthiş bir canlılıkla ve en ince detayına kadar resmeder.

ÜÇLEMENİN ÜVEY EVLADI

Hayır ise, bir anlamda üçlemenin üvey evladı sayılır. Diğerleri kadar tanınmaz, o kadar sık okunmaz. İlk iki metinde olduğu gibi, bu romanın merkezinde de zaman vardır. Zaten Dar Zamanlar ismi bile, bir yandan siyasi ve toplumsal hayattaki baskılar nedeniyle nefesi kesilmiş bir neslin bunaltısını çağrıştırırken, diğer taraftan da yazarın anlatının zamanıyla giriştiği kurgusal oyunları hatırlatır. Her biri birkaç saat içinde geçen bu üç roman da, geriye dönüşler ve ileriye doğru sıçramalar ile kat kat açılıp genişler ve geleneksel anlatının sınırlarını zorlar. Son romanda, bu deneylerin iyice yoğunlaştığını hissederiz.

Hayır’da anlatının zamanı takvim zamanıyla örtüşmez. Daha doğrusu bununla açıklanamayacak kadar karmaşıktır. Takvim zamanı çizgisel, sabit ve sonlu iken, bu romanın zamanı döngüsel, devinimli ve sonsuzdur. Hatta düpedüz çelişkilerle doludur. Roman ilerledikçe, anlatının objektif dışsal zamanıyla karakterin psikolojik içsel zamanının, tarihsel zamanla edebiyatın zamanının karşı karşıya konduğunu görürüz. Bu karşıtlıklar vasıtasıyla Ağaoğlu, insanın zaman deneyiminin, hafıza, umut ve arzunun yaratıcı güçlerinden sürekli olarak etkilenen karmaşık bir sistem olduğunu anlatmak ister gibidir: “Hayatın takvimi zamanı günlerle, haftalar, aylar, yıllarla sıraya dizer. Beynin takvimi bu sırayı bozar, karıştırır, ayıklar, seçer, birleştirir ve bunu, yüzünü görmeyi özlediği bir yarının merakıyla yapar.”

Hayır’ı belirleyen de varoluşa dair bu ikiliktir: Zihin alabildiğine özgürken, beden takvim zamanına tâbidir. Aysel’i bu romanda yaşlanmış, yalnızlaşmış, itibarını yitirmiş bir kadın olarak görürüz. Üniversiteden atılmış, öğrencilerinden ve hayatına anlam veren her şeyden koparılmıştır. Cinselliği ise neredeyse tümüyle unutulmuş bir hatıradır. Birbirine aldırmayan hoyrat insanlarla dolu bu yeni dünyayı tanımakta zorlanır. Kalabalıkların arasında güçlükle ilerler, toplumun olduğu kadar kendi bedeninin de yabancısıdır artık: “Bir gün tırnakların ölgün sarısını görürsün, bir gün göz altların şişer.” Bir bir eskimek, yavaş yavaş parçalanıp yok olmak anlamına gelir yaşlılık. Peki, o zaman bununla nasıl yaşanır?"

YAŞLILIK VE ÖZGÜRLÜK

Dar Zamanlar’a damgasını vuran özgürlük ve kimlik meselesi bu sefer böyle noktadan açılır. Yaşlılık ağır bir tutsaklık iken, insan hâlâ özgür olabilir mi? Adına düzenlenen bir ödül törenine katılmak üzere hazırlandığı bir günde, Dylan Thomas’ın meşhur şiirini anımsayan Aysel, ölüm denen “o mübarek gece”ye munis bir şekilde girilip girilmeyeceği merak eder. Bütün hayatını tekdüzeliğe ve yinelemeye “Hayır” diyerek yaşamıştır. Şimdi yaşı kemâle ermişken, yavaş yavaş sönen ışığına da başkaldıracak mıdır? Böylece, kendi ölümüne sahip çıkmak isteyen kahraman ile o sonsuz an’ı yazarak ele geçirmeye çalışan romancının arzuları birbirine girer. Roman açıldıkça, hayal ile gerçeğin karıştığı, geçmişle geleceğin iç içe geçtiği bir anlatıya doğru ilerleriz. Birbirine paralel sayısız senaryo üst üste anlatılır ve hakikatin ne olduğu belirsizleştiği gibi Şimdi’ye dönmek de imkânsızlaşır.

Romanın sonunda Aysel’i zamansız bir an’ın içinde görürüz: Durgun suda, sisle çevrelenmiş bir sandalda oturmaktadır. Tek başına. Geceyle gündüz arasında. Ölümden sonra ruhları Styx ırmağından geçiren kayıkçı Charon’un sandalı mıdır o? Ya başından beri zihninde konuştuğu Yenins? O da Charon’un ta kendisi midir? Emin olamayız. Aysel’i en son orada bırakırız. Zamanın durduğu, yaşamın biteviye tıkırtısının sona erdiği noktada. Donmuş bir an’da kıpırtısız durmaktadır. Ne var ki, yazar o an’ın hikâyesini yazamayacağını teslim eder. Ne kadar uğraştıysa da başaramamıştır, çünkü durmaksızın ileriye doğru akan zamanın içinden bakarak anları kayda geçirmek mümkün değildir.


“Ancak, kırılmış kaygan zaman parçaları yanyana dizilebilir, üstüste yığılabilir, her biri ötekinden çeşitli uzaklıklara konulabilir: Eldeavuçta olmuş olanlar, eldeavuçta olanlar, elde avuçta olacak olanlar... Dünler, bugünler, yarınlar... Mayıslar, martlar, eylüller; şubat, haziran, aralık ve temmuzlar.”
Ölüm haberini alınca, Adalet Ağaoğlu’nu zihnimde o sandala yerleştirdim. Hafifçe ileri doğru ittim. Sislerin arasına. Bütün gündoğumları ile günbatımlarının, acılar ve sevinçlerin, akşamlar ve sabahların ötesine. Ufka doğru uzaklaşıp gitti. Mükemmel ve zamansız an’ın yazarı olarak.