Üniversiteler tıpkı camiler gibi, tıpkı diğer kamu kurumları ve büyükelçilikler gibi, tıpkı hastaneler ve bakkallar gibi, tıpkı kuyumcular ve diğer esnaflar gibi karakol haline getirilmiş ya da getirilmek için uğraşılmakta. Her yere olduğu gibi üniversitelere de tek parti devletinin o soğuk yüzü; en ufak eleştiriye bile ölümle karşılık verecek kadar pervasızlaşmış tahammülsüz yüzü; kendinden başka kimseyi sevmeyen ve bunu da açıkça dile getirecek kadar arsız yüzü sirayet etmiş durumda. Zamanında “YÖK’e Hayır!” diye alanlarda bağıran onca solcu çocuğu vura kıra üniversitelerden süren dönemin çoğu sözde ‘demokrat hocası’ bugün tek parti iktidarı karşısında sus pus. Bugün, o kınama cezası vere vere, okullardan uzaklaştıra uzaklaştıra yıldırmaya çalıştıkları solcu öğrencilerin onda biri kadar cesur olamadıklarını da hiç şaşırmadan izliyoruz.
Artık, yapılan 10 Kasım törenlerinde kimin Atatürk heykelinin karşısında dikilip kimin dikilmediği tartışmaları, yerini kimin cumaya gidip kimin gitmediğine bıraktı hepsi bu. Zamanının cevval ve çoğu Atatürk-sever hocasının önemli bir kısmının herkesten önce Ak-akademisyen olduğunu gördükçe Türkiye’de bilimden başka her şeye gönül rahatlığıyla inanılabileceğini de bir kez daha anladık.

Bu ülkede Kemalizmin neredeyse Mustafa Kemal’den başka her anlama geldiğini ne de güzel fark ettik. İttihatçılığın bu devletin geçmişinde kalmış kötü bir anı değil Ak’ı karasıyla devletin geleneği ve genetiği olduğunu her daim ne de güzel gördük. Gerçek midir, rivayet midir bilinmez ama “Paşam bu Kemalizm nedir, ne değildir? Siz bize anlatsanız da biz de halka anlatsak” diye İsmet Paşa’ya sorduklarında, onun verdiği “Kemalizm biz ne yaptıysak odur” cevabı aslında Türkiye siyasi tarihinin en net özetidir hepsi bu. Bu aynı zamanda bu ülkenin üniversitesinin de hastanesinin de bakkalının da gencinin de, yaşlısının da sivilinin de, askerinin de özetidir. -Demokrasi nedir? -Biz ne yaptıysak odur… -İnsan Hakları nedir? –Biz nasıl davrandıysak odur… -Bilimsel eğitim öğretim nedir? –Biz üniversitelerde ne yaptıysak odur… -Demokratik üniversite nedir? -Rektörler, dekanlar ne yaptıysa odur. –Doğru olan nedir? –Ben ne yaptıysam odur…

Bugün özel güvenlik ve resmi-sivil polisler, her üniversitenin, her fakültenin olmazsa olmazı haline getirilmiş durumda. Zaten bunlara gerek kalmadan çoğu üniversite ‘hocası’ çalışma arkadaşını düşüncesinden, yaptığından ettiğinden dolayı ihbar etmekte. Makamlar hâd bildirme, akademik kurul toplantıları tehdit etme yerlerine dönüşmüş durumda.

Ancak üniversitelerin durumları bununla da kalmıyor. Üniversiteler tarihçinin bilgisayar dersine; Fransızca hocasının İngilizce dersine girdiği; her türlü araç-gereç ve fiziki koşul eksikliğine karşın kaynakların mescit ya da cami yapımına ayrıldığı, öğrencisinin konuşmadığı, konuşturulmadığı, tartışmadığı, tartıştırılmadığı, hocasının sadece sınav kağıdı okumakla görevlendirildiği bir yer haline getirilmiş durumda.

Ve kimse kusura bakmasın ama bunun müsebbibi sadece Boğaziçi Üniversitesi’nde kızlar ve erkekleri bir arada oturur halde görüp “burada okusam yoldan çıkardım” diyen bir Bakan ve onun temsil ettiği zihniyet değil. Bunu yapan, aynı dar kafayı, otoriter aklı, ideolojik kılıfı ne olursa olsun bedeninde taşıyan ve AKP’lilerden önce onlar gibi yöneten ama bugün onlara karşı çıktığını sananlardır. Çünkü üniversiteler hep birilerinin arpalığıdır ve mesele bu insanlar için arpa kapma meselesinden başka bir mesele olmamıştır, bundan sonra da olmayacaktır. Bizim bazı alanlarda çok matah olmasa da ve hatta eleştirecek bir yığın yeri olsa da bir Nobel ödülünün ardından ülke olarak sadece meleye meleye bakışımızın nedeni de budur. Ödülü bırakıp ödülü alanın ırkını, dinini, cinsini, soyunu, sopunu bırakmamamızın nedeni de budur. Ödülün neye verildiğini bile bilmeden, bilimsel sonuçlarından bile haberdar olmadan, bunları konuşmadan alanın kimliğine sarılmamızın ya da saldırmamızın nedeni de budur.

Bizlerin, Türkiyelilerin, yani Türklerin, Kürtlerin, Çerkezlerin, Lazların, yani aslında ister Türkiyelilerin deyin ister bilmem neyin deyin, en nihayetinde Ankara Hayvanat Bahçesi Müdürünü TÜBİTAK’ta Ulakbim’e Müdür Yardımcısı olarak atayanların yönettiği bir coğrafyanın, Aziz Sancar hocanın ‘gâvur’ ellerinde aldığı Nobel ödülüyle olan hikâyesinin başlamadan bitmesinin nedeni de budur. Ve daha da acısı bazılarımızın bilim dendiğinde bu yüzyılda hâlâ malak gibi etrafına bakma nedeni de budur.