ZAMANSIZ DÜŞÜNCELER-6

Hem Nietzsche'de hem de Dostoyevski'de saçma ve anlamsız bir soyluluk, bir seçkinlik hissi vardır. Buradan açıkça soyluluk, asillik, yücelik hakkındaki fikrimi söylemek isterim:

Shakespeare'in 3 oyunluk 6. Henry adlı eserinde İngilizlerin soylu kahramanı Talbot, Fransızların ise azizesi Jan Dark'tır. Shakespeare elbette kendi seyircisine de ödünler vererek, Talbot'u yüceltir, bu iş savaş sahnesinde tarihsel gerçekliği bozacak kadar ileri götürür ve onu ulusal bir savaş kahramanı haline getirip soylulaştırır. Oysa Jan Dark için azize ile fahişe arasında bir söylem yaratır ve onu korkak gösterecek durumlar yaratmaya özen gösterir. Bu benim için tipiktir, şeyh uçmaz müritleri onu uçurur misali, her ulusun soylusu, asili, yücesinin bir kendi toplumu için tarihi ya da portresi vardır, bir de karşı taraf için, ama gerçek şudur, her yüceltilen, soylulaştırılan ve kahramanlaştırılan karakter tarihin acı anlarıyla bedeni üzerinde derin izler taşır.

Soyluluk için söylenilecek tek şey şudur; insan ancak ruhen bir arınma yaşayabilir, ama kendini soylu hissetmek, göstermek, kahramanlaştırmak, son derece soysuz bir yüceltme çabasıdır ve kaçınılmaz biçimde yalanlarla bezenebilir ancak. Esas olan kahramanlık, asillik, soyluluk değil, arınmadır, soyluluğa aç olmak ise ruhsal yoksulluktan kaynaklanır. Bu anlamda örneğin Nietzsche'nin kendini asil hissedip kendi soykütüğü üzerine araştırma yapması, tam anlamıyla kibirliliktir, üstelik nafile bir çabadır. İnsanı asil yapan tek şey kendi sınırlarını bilmek ve kendi zaafları ile birlikte yaşayabilmektir, bu anlamda bunun dışında yüce-muktedir-seçkin-asil görüntüsü kaçınılmaz olarak yalancıdır, yerim denir senin soyluluğunu, böylelerine.

Onun için şu satırları okuduğumda:

Talbot:

Ne büyük bir felaket bu başımıza gelen.

Salisbury, konuş; var mı dermanın konuşabilecek?

Örnek asker, nasılsın?

Bir gözün ve yüzünün yarısı gitmiş!

Kule lanet olsun sana!

Bu acıklı olaya neden olan eli Tanrı kahretsin!

Salisbury zaferle ayrılmıştı on üç muharebeden;

Beşinci Henry'yi ilk savaşına o hazırlamıştı;

Savaş boruları çalarken ya da davullar vurulurken

Kılıcını hiçbir zaman sokmadı kınına savaş alanında.

Salisbury, yaşıyor musun? Konuşamasan bile

Tek gözünle tanrıdan merhamet dilenebilirsin;

Güneş de gözlemez mi tek gözle dünyayı?

Tanrım, hiçbir canlıya merhamet etme

Salisbury'ye merhamet göstermezsen!

Sir Thomas Gargrave, yaşıyor musun?

Konuş Talbot'la; hayır, konuşmuyor, ilgilenin onunla.

Götürün vücudunu; gömülmesine yardım edeceğim.

Salisbury, mutlu ol şöyle düşünerek:

Ölmeyeceksin...

Eliyle işaret edip, gülümsüyor bana,

“Öldüğümde Fransızlardan intikamımı almayı unutma,”

demek istercesine.

Plantgenet, alacağım; ve Neron gibi

Lir çalarken yanan kentleri seyredeceğim.

Adımı duyunca titreyecek Fransa.

(Bu sırada trampetler çalar, gök gürülder ve şimşekler çakar).

Nedir bu? Nedir bu göklerdeki karışıklık?

Nereden geliyor bu gürültü, bu ses?

Ben bu satırları okuyunca soyluluğun yüceliğini ve erdemini değil, bir insanın kendisiyle ve hayatla yüzleşemediği için tarihin içindeki fani değerleri akılsızca yüceltmesini ve kendinden kaçmasını okuyorum, bunlarla gaza gelen insanları ise aciz olarak görüyorum, bu kadar. Dolayısıyla, her türlü asillik söylemi ancak varolan düzene yağlı bir yerinden eklemlenmiş ve tuzu kuru birisinin olmayan meydanların kahramanlığına soyunmasından başka bir şey değildir, yanlış mı düşünüyorum?

Nietzsche'deki ailesinin köklerine kadar gitme işine karşılık, Dostoyevski'nin sürgündeki müthiş yoksulluğu paylaştığı mahrumiyet yıllarında, Polonyalı mahkumlara karşı tavrını isteyen okuyabilir, gerçektir bu, bu anlamdaki bir soyluluk gösterisi hayatımızda pek çok yerde karşımıza çıkar. Basit ifadesiyle gerçekten Nuri Bilge Uzak filminde Mahmut ile Yusuf arasındaki ilişkide bu soyluluk gösterisini nezih bir şekilde göstermiştir, bu sahneler beni çok derinden etkilemiştir, ama böylesi tavırları aşmadan insan kendini de aşamıyor, bu bilinsin yeter.

Gelecek hafta sonuçlarımı yazmak üzere, birey üzerine şu pasajları Cemal Kafadar'dan alıntılamak isterim:

“Modern toplumların siyasi düzenine hakim olan ulus-devlet modelinde kaçınılmaz olarak ben ve biz kavrayışları da değişti. Eğitimin ve kitle iletişim imkanlarının yaygınlaşması ile bu kavrayışlar içselleştirildi, hatta (okulda, orduda vb.) toplu hareket ve tören disiplini ile bedenselleştirildi. Yeni 'biz'ler ve yeni 'ben'ler çıktı.

Bu meyanda, 15.-16. yylardan beri Batı dünyasının rotası modernite dediğimiz şeye doğru evrilirken “birey”in ortaya çıktığı, klan ve geniş ailenin yerini çekirdek ailenin aldığı, insanların cemaat veya klan içinde erimektense kendilerini birey olarak idrak etmeye yöneldikleri, bununla birlikte mesela hatırat ve günce yazımının serpildiği ya da sanatçıların ortaçağlarda eserlerine imza atmazken modernleşme ile birlikte isimleriyle tanınma peşine düştükleri, bu gelişmelerin çok daha geç ve sancılı ve kusurlu olarak Batıdışı toplumlarda da boy gösterdiği gibi motifler içeren anlatılar, 19. yyın ortalarından bu yana çok yaygın olarak kabul görüyor. Otoriteye itaat etmektense, kendi kararlarını özgür bir şekilde verebilen, en azından vermek için mücadele eden bireylerin varlığı modernleşmenin ölçütlerinden addediliyor.

... Modern toplumlarda bireyleşme konusunu bir diğer açıdan sorgulamamız gerekir. Kendini tüketim tercihleriyle ifade ettiğine giderek inandırılan, aynı zamanda son yılların teknolojik imkanlarıyla her harcaması izlenebilen ve hatırı sayılır bir ölçüye kadar yönlendirilebilen insanların “kendileri olmak” konusunda ne kadar bağımsız  davranabildiğini sorgulamak gerekir. Cep telefonu ve internet yoluyla dünyanın her yerinde her an ulaşılabilen insanların kendilerini dünyadan yalıtma halini yaşayabildiklerinden şüphe etmek için çok sebep var. Tefekkür ve/veya zühd ile içine dönmek günümüzde nereye kadar mümkün? Cioran için mesela “liberal toplum... bireyi birey yapan kendi derinliğinden uzaklaştırarak (onu) kendi başına” bırakır.

Öte yandan, bu değerlendirmeden bir oldubittiye varmak, “bir zamanlar cemaatle birey huzur içinde bir arada yaşarmış meğer, bireyleşme hikayesi bir safsataymış” diyerek bireyleşme anlatısının defterini dürmek o kadar kolay değil.” Çünkü tebaa olmaktan vatandaş olmaya geçiş, insana bir kendini arama ve kendince özgün bir yaşam alanı yaratma seçeneği vermiştir, insana kendi benliğini kurma ve iktidarın yücesinden arınma ve reddetme hakkı vermiştir, elbette belli teslimiyet alanları yaratarak. İşte bunu doğulu toplumlarda tipik bir kuralla dile getirmek isterim: Önce biat, sonra söz hakkı.