Amerikan halkı fiyaskoyla sonuçlanan Irak savaşının ve Büyük Depresyon’la kıyaslanan şiddetli bir ekonomik krizin karamsarlığı içerisindeyken,

Amerikan halkı fiyaskoyla sonuçlanan Irak savaşının ve Büyük Depresyon’la kıyaslanan şiddetli bir ekonomik krizin karamsarlığı içerisindeyken, kendini Barrack Obama’nın, 'Evet değiştirebiliriz!' sloganının cazibesine kaptırıverdi. Aradan geçen bir yılda ayaklar suya erdi; değişim umutları yerini derin bir hayal kırıklığına bırakırken, ABD’nin gerileyen hegemonyasının gerçekleriyle yüzleşmesinin kaçınılmaz hale geldiği anlaşıldı.
ABD EMPERYALİZMİNİN TUTUNMA STRATEJİSİ
Amerikan emperyalizminin iki sacayağının ekonomik güç ve jeopolitik hegemonya olduğu düşünülürse; ekonomideki gerileme kaçınılmaz bir biçimde askeri gücün öne çıkarılmasını gerektiriyor. ABD hâlâ dünya ekonomisinde yüzde 25’lik bir ağırlık taşısa da, özellikle Çin ve Hindistan’ın yükselişi, Avrupa’nın tüm sorunlarına karşın Amerika’ya denk bir ekonomik güce sahip olması nedeniyle sürekli irtifa kaybı içerisinde. Buna karşın 2009’da 605 milyarla en yakın takipçisi Çin’in sekiz katını aşan askeri harcamaları, bunun da ötesinde askeri teknolojideki kahredici üstünlüğü, Washingthon’u bu yönüyle öne çıkmaya zorluyor. Irak işgalinde hüsrana uğranılması, dosta düşmana karşı kendini Afganistan’da ispat etmek için davetiye çıkardı. Savaşın NATO komutasında yürütülmesi, Washingthon’un kumanda merkezi, ABD’nin de Batı kapitalizminin tartışmasız lideri olduğunun teyidi için bir fırsat kabul edildi. Sonunda Britanyalı, Alman, Fransız, İtalyan, tabii ki Türk, Boşnak, İzlandalı askerler Amerikan komutası altındaydı.
Afganistan’a 30 bin ek asker gönderilmesi kararı Afganistan’daki Amerikan güçleri kumandanı General Stanley Mc Chrystal’in çağrısıyla alındı. Senatör olduğu dönemde Irak işgaline karşı çıktığı için sempati toplayan Obama’nın baştan beri Irak”ı 'yanlış savaş' diye nitelerken, Afganistan’a 'doğru savaş' diye baktığını unutmayalım.
Çin, İran, Pakistan arasında kalan doğal gaz zengini bu bölge, ABD’nin hem ekonomik hem jeopolitik çıkarları için önem taşıyor. Belki de daha önemlisi, Amerika Mao’nun ünlü tabiriyle kendisinin bir 'kağıttan kaplan' gibi algılanmasına izin vermeyeceğini, savaşan ulus sıfatını koruma kararlılığını ispatlamaya çalışıyor. Bunu açıkça ifade etmemekle birlikte, anlaşılan Obama da mutedil, pasifist, müzakereci bir Afrikalı-Amerikalı imajını silip ;kararlı, otoriter, gerekirse savaşçı bir profille düzen içerisindeki konumunu sağlamlaştırma gayreti içerisinde.
Aradan geçen bir yılın sonunda Irak’ta savaş sürüyor. Guantanamo henüz boşaltılmadı, buradaki mahkumların gerekirse ABD’ye taşınabileceği konuşuluyor. İşkence vakaları artıyor, mahkemesiz gözaltı sürelerinde bir kısaltmaya gidilmedi. Obama’nın engellemesiyle BM’den İsrail’in Gazze işgaliyle insanlığa karşı suç işlediği kararı çıkmadı. İran’la, uzlaşmaya yönelik bir ilişki kurulmadı. Pakistan sık sık bombalanıyor, ölüm haberleri sıradanlaşıyor. Kolombiya’da yedi askeri üs açılarak buradan Ekvator-Bolivya-Venezuella sol eksenine karşı savaş yürütüleceği mesajı verildi. Honduras’taki darbe kınansa da, Zelaya’nın görevine iadesi için bir inisiyatif geliştirilmedi; üstelik IMF Honduras’a 140 milyon dolarlık kredi açtı. Tüm bunlar ABD’nin 'şok ve korku' salan ülke imajından sıyrılmaya niyeti bulunmadığının kanıtları. Aksine, 'emperyalizm benim karakterimdir; başkanın derisinin rengine bağlı değildir' mesajının altını çiziliyor.
DEMOKRAT BAŞKANLAR GÜVERCİN Mİ?
Uyandırdıkları 'güvercin' çağrışımının aksine, Demokrat Partili başkanların daha saldırgan ve savaşçı tutumlarını kanıtlamak için yakın tarihe bir göz atmak yeterli. Kore savaşından, Dominik Cumhuriyeti’nin işgaline kadar cengaverlik dönemlerinde yönetimlerde hep demokratlar vardı. Küba’ya yönelik Domuzlar Körfezi Çıkarması, Füze krizi John F. Kennedy döneminde gerçekleşti. Vietnam savaşı Johnson Beyaz Saray’dayken alevlendi, sağcı başkan Nixon tarafından sonlandırıldı. Afganistan’da Taliban’ın Sovyetler’e karşı seferber edilmesi fıstıkçı Carter yıllarına rastlar. Bosna’da, Kosova’da, Somali’de ise Bill Clinton’un parmağına rastlanır. Bush hanedanı bir yana bırakılırsa, askeri macera arayışlarında Demokratlar hep bir adım öndedir. Obama’nın da bir istisna oluşturması icap etmez..
Oyuna girmek için ısınma hareketleri yapan futbolcunun henüz ayağına top değmeden 'gol kralı' ilan edilmesi misali, kendisine 2009 Nobel Barış Ödülü layık görülen Obama’nın Oslo’daki törende yaptığı konuşma, düşünce sistemini daha yakından gözlemlemek için vesile oldu. Her söze 'ben' diye başlaması egosunun belirtisi sayılan taze başkan, bir 'Obama Doktrini'nden söz edilmesinden de rahatsızlık duymuyor. George W.Bush’un 2002’de ilan ettiği 'Milli Güvenlik Stratejisi', nam-ı diğer 'Bush Doktrini'nden Obama’nın en belirgin farkı, en azından şimdilik 'öncü vuruştan' söz etmemesi. Yoksa insan hakları ihlali, hatta ekonomik eşitsizlik gerekçeleriyle, 'haklı savaş' bahanesiyle hattı hareketini beğenmediği milletleri cezalandırma hakkını kendinde görüyor. Sadece söylemi daha edebi ve biraz mahcup.
Örneğin seçilmeden önce kahramanları arasında sıraladığı Martin Luther King ve Mahatma Gandi’nin barışçıl, şiddeti reddeden zihniyetlerini aklından çıkarmadığını, ne var ki Amerikan halkına yönelik şiddet karşısında kayıtsız kalamayacağını pişkince ifade ediyor. Bir anlamda kendine yönelecek eleştiriler karşısında, propagantif bir 'öncü vuruşla' önlem alıyor. Bush’un ünlü 'iyi ve kötü' ikilemine başvurarak, 'şiddet kullanmayı reddedenler Hitler’in ordularını durduramazdı' demogojisine sarılmaktan çekinmiyor. Ardından da Gandi ve King’e 'Kutup Yıldızlarımız', 'ahlaki pusulamız' tumturaklı sözleriyle selam çakmayı ihmal etmiyor. Bu söylem neokonların da hoşuna gidiyor. Örneğin, yarı resmi organları Weekly Standard dergisinin editörü Bill Kristol, 'kararlı ve Amerikancı bir tonda konuşuyor' diyerek ondan sitayişle söz ediyor. Obama’nın abartılı pragmatizmi, Çin’le ilişkiler söz konusu olunca G-2’den dem vurması, insan hakları ihlalleri mevzularına girmemeyi tercih etmesiyle de kendini gösteriyor.
HER CEPHEDE DÜŞ KIRIKLIĞI
Kamuoyu araştırmaları, Obama’ın ilk seçildiğinde yüzde 70’lerde seyreden destek oranının yüzde 50’nin altına düştüğüne işaret ediyor. Belki daha da önemlisi, yemin ederek göreve başlayışının birinci yıldönümünde, 20 Ocak’ta Demokratlar tam 56 yıldır Kennedy ailesinin tekelinde bulunan Massachusetts senatörlüğünü Cumhuriyetçiler’e kaptırdılar. Böylelikle Senato’daki 60 koltuğa dayanan süper-çoğunluğu da ellerinden kaçırarak büyük darbe yediler. Özellikle sağlık reformu için bu rakam çok önemliydi.
Obama’ya oy verenlerin bir kısmı savaş karşıtı tutumundan dolayı 'barışın başkanı' umuduyla sandık başına gitmişlerdi. Bir yıl içerisinde bu kesim hüsrana uğradı. Umudunu 'sağlık reformuna' bağlayanların yüzünün güldüğü de söylenemez. ABD, GSMH’sının yüzde 16’sını harcayarak dünyada en pahalı sağlık sistemine sahip ülke. Buna karşın ülkede tam 47 milyon kişinin bir sağlık güvencesi bulunmuyor. Emekli olanlar veya işini kaybedenler anında sağlık sisteminin dışına itiliyor. Obama’nın iddiası, İngiltere ve Kanada’daki gibi kamusal bir sağlık sistemini ABD’ye monte etmekti. Özel sağlık sigortası şirketlerinin ve 'Big Pharma' diye adlandırılan ilaç devlerinin baskısıyla sağlık reformu iğdiş edilerek, giderek amacından uzaklaştı. Kamunun doğrudan sağlık sigortası sağlamasından vazgeçildi. Demokrat Parti içerisindeki 'Mavi Köpek' koalisyonu adı verilen mali anlamda muhafazakar, gözlerini Kasım seçimlerinde koltuğunu kaybetme korkusu bürümüş unsurlar da sağlık reformunu sabote ettiler. Obama da giderek sağlık işini Temsilciler Meclisi sözcüsü Nancy Pelosi’ye devrederek sorumluluktan sıyrılma yolunu seçti.
Obama’ya 'çevreci başkan' umuduyla bel bağlayanların da Kopenhag İklim Değişikliği Zirvesi'nden tatminkar bir sonuç çıkmaması üzerine şevkleri kırıldı.
Bu cephede de Obama’nın enerji devlerine teslim olduğu kanısı yaygın. Bilindiği gibi Obama’nın seçim başarısında 2007’de başlayıp, 2008’de iyice şiddetlenen Amerika merkezli küresel krizin yarattığı değişim özlemi de önemli rol oynamıştı. Acaba 'büyük depresyon mu kapıda' telaşıyla oy kullanan seçmenler, krizde dahli bulunmayan Obama’ya yönelmekte tereddüt etmemişlerdi. Aradan geçen bir yılda depresyon tehlikesinin atlatıldığı, çıkış stratejilerinin konuşulduğu bir ortamda, ekonomi cephesinde de Obama’nın hanesine başarı yazmak kolay değil.
EKONOMİDE DE DÜMEN SAĞA KIRILDI
Uygulanan ekonomi politikalarından şikâyetçi olan ve kitlesel anlamda ciddi bir destek bulan sağ reaksiyoner akımlar da mevcut. 'Çay Partisi' hareketi kamu harcamalarının artışından yola çıkarak, bunun sonunun yüksek vergilere varacağı korkusunu yayarak, 'büyük devlet' umacısına muhalefet üzerinde yükselen gerici bir akım. Bizim için önem taşıyan ise, ekonomiye emek cephesinden, yoksulların merceğinden bakanların, en azından dünyayı ağır bir krizle yüzyüze bırakan dizginsiz kapitalizme dur denilmesi gerektiğine inananların ne düşündüğü.
Öncelikle, Obama’nın eğilimleri kabinesini tasarlarken rengini belli etmeye başladı. Bush’un savunma bakanı Robert Gates koltuğunu korurken, savaş ve askeri müdahale yanlısı şahin Hillary Clinton’un dışişleri bakanlığına atanması, haliyle 'Bu mu Irak işgaline karşı çıkan Obama' eleştirilerine neden oldu. Ekonomi takımı belirlenirken de Bush yönetiminde New York Merkez Başkanlığı'nı sürdüren Tim Geitner’in hazine bakanlığına, Bill Clinton’un hazine bakanı, ayrıca kadınlara ayrımcılık uygulayan, zengin ülkelerin çöplerinin yoksul ülkelere yıkılması yolunda görüşler serdeden, kısaca parlak bir sicili bulunmayan Lawrence Summers’ın da baş ekonomi danışmanlığına getirilmesi, 'dümenin sağa kırıldığının' belirtisi sayıldı.
GOLDMAN SECHS İÇİN İYİ OLAN...
Nitekim bu tercihler ekonomi politikalarına yansımakta da gecikmedi. Bırakın sosyalistleri, Paul Krugman-Joseph Stiglitz gibi merkez sol sayılabilecek iktisatçıların, 'bir an önce sistemi zapt-u rapta alın' çağrılarına kulak asılmadı. 2009’da ABD bütçe açığı GSMH’nın yüzde 11.2’si ile, İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemin en yüksek düzeyine yükseldi. Buna karşılık kriz mağduru sade vatandaşlar açık bütçe politikasından hiç nasiplenemezken, paralar Goldman Sachs, Morgan Stanley, J.P.Morgan gibi finans devleri yanında, otomotiv sektörünü, General Motors ve Chrysler’i kurtarmak için saçıldı. Robert Brenner’in, 'Goldman Sachs için iyi olan Amerika için de iyidir' saptamasını doğrularcasına, onlar da bu desteklerle karlarına kar katmakla kalmadılar, üstelik  pervasızca ikramiye dağıtmaya devam ettiler.
Örneğin, sırf Goldman Sachs’ın 2009'a ait dağıtacağı ikramiye tutarının 20-22 milyar doları bulması bekleniyor. Yükselen tepkiler üzerine Barack Obama, 'Ben şişman-kedi (fat-cat) bankacıları kurtarmak için aday olmadım' çıkışının ardından bankacılık sektörüne yönelik bir vergi uygulaması başlatacağını açıkladı. 50 kurumun bankacılık karları üzerinden ödeyeceği vergilerin zaman içerisinde 90 milyar doları bulacağı tahmin ediliyor. Eleştiriler bu tutarın 787 milyar dolar mali canlandırma paketinin yanında devede kulak kaldığı, banka ikramiyelerinden yüzde 50 vergi kesen Fransa ve İngiltere uygulamalarının bile yanına yaklaşamadığı noktalarında yoğunlaşıyor.
İŞSİZLİK YÜZDE 10'U AŞTI
ABD’de de en yakıcı sorun yüzde 10’u aşan işsizlik. Bu oran siyahlar arasında yüzde 16’ya, hele 16-24 yaş grubunda yüzde 34.5’e kadar yükseliyor. ABD ekonomisinin büyüdüğü dönemde dahi istihdam yaratılamazken, kriz koşullarında haliyle daha vahim bir tablo ortaya çıktı. İstatistikler, Aralık 1999-Aralık 2009 döneminde nüfusta 30 milyonluk bir sıçrama söz konusuyken, sadece 400 bin yeni iş açıldığına işaret ediyor.
Özellikle şirketler ve hane halkının borçlarını azaltırken (deleveraging), harcamalarını dizginlemeye devam etmesi bekleniyor. Bu da düşük talep, buna bağlı olarak istihdamın yerinde sayması anlamına geliyor. Burada altyapı yatırımlarıyla; eğitim, sağlık, konut gibi alanlarda sosyal harcamalarla kamunun devreye girmesi gerekiyor. İlk akla gelen de Büyük Depresyon sonrası 30’lardaki New Deal dönemi oluyor. Bu noktada Obama’yı suçlamaktan öte, Roosvelt başkanlığında sendikaların, emek kesiminin canlılığını, yönetimi emekten yana politikalar uygulama konusunda nasıl zorladığını hatırlamak gerekiyor.
Özetle, Barrack Obama şu ana kadar merkez sağ bir profil sergiledi, kendinden beklentileri boşa çıkaran bir performans gösterdi. Belki o kimseyi kandırmadı; geniş kitlelerin Bush dönemini bir an önce geride bırakma, yılların yarattığı düş kırıklığını bir Mesihle aşma hayalinin meyvelerini topladı. Obama’nın ilk yılında Amerikan sağı nasıl aktif ve canlı bir muhalefet yürütüp, kendi açısından gündemi belirlediyse, önümüzdeki yıllarda da görev sola, emek kesimine, toplumsal hareketlere düşüyor. Başka bir Amerika’nın mümkün olduğu umudunu canlı tutabilmek için… Fazla uzağa gitmeden, 10 yıl önce DTÖ zirvesindeki 'Seattle Muharebesi' heyecanını tekrar yakalayabilmek için…