Uzun zamandır okuduğum hiçbir roman karakteri sinir katsayımı bu denli zıplatmamıştı açıkçası. İlk bakışta tuhaf görünse de gayet doğal olarak, bu sinir bozukluğundan ileri gelen bir merakı da kitap boyu hissettim.

Okur kadının çelişkisi: Ali’yi dövsek mi, yoksa gülsek mi?

Okşan Tavaslıoğlu

‘Bir Senaristin Sezon Finali’nin baş karakteri Ali, eski solculuğu üniversite yıllarında kalmış bir abimiz. Sosyalizmin değerlerini eski yoldaşı ve eşi olan Zeynep’le ilişkisine bile uyarlayamamış, eşi senelerce rica etmesine rağmen çiçek saksılarını boyayacak kadar birlikteliklerine emek vermekten kaçınmış, geçim kaynağı eşinden aldığı harçlıklar olan, orta yaş bunalımındaki işsiz senarist Ali.

Hayatımızın bir noktasında, maalesef, illa ki bir Ali’yle karşılaşmışızdır: Rakı masalarında gönülsüz dinleyicilerine konferans verip ortamı domine eden, yerli yersiz şiir okuyarak, devrim şarkıları söyleyerek kendini, kendi sesiyle baştan çıkaran, “siz giderken biz dönüyorduk” diye nutuk atıp nereye gitti de nereden döndü kısmını muğlak bırakan, yaşanıp yaşanmadığı meçhul eylem hikâyeleriyle devrimci yüreğini onurlandırırken iç bayan, falan filan.

Onunla tanışır tanışmaz, bir yapımcı iş görüşmesine çağırdığında Massimo Dutti ceketi ve Camper ayakkabılarını şeref nişanesi gibi kuşandığına şahit oluyoruz. Üst sınıfla arasındaki açığı aklınca imajıyla kapatacak. Karar mercii yapımcıya söyleyeceklerini, karşısına geçip kendi kurallarını dikte ettiği fantezilerinin onu heyecanlandırması da aynı karmaşanın yansıması. Ezilmenin önüne ezenin yerine, onun rolünü çalarak geçme çabası, kendine yönelik bir kimlik politikası dışında bir meselesi olmadığını zaten söylemiş de oluyor. Sınıf atlayıp orta - üst sınıfa mensup insanların yaşadığı semtlerden birinde kendine kiracının kirası olarak, Zeynep sayesinde bir yer edinmiş. Zeynep onu terk edince de güvenli alanına, mağduriyetine ve ezilmişliğine sarınıyor.

Ali terk edildikten sonra işçi emeklisi babasının ve geleneklerine düşkün annesinin kanatları altına sığınıyor, başka da pek seçeneği yok zaten. Gerçek zamana dönmek ise kabustan farksız; “oğlum karını dövseydin rahatlardın aslında” diye üzülmesine kıyamadığı evladına geç kalmış bir çözüm önerisi sunan annesi. Hâlâ evin anarşist ve hayırsız oğlu olduğuna inanan babası. Sinirini hoplatan eniştesi, yengesinin devrimci söylemlerini “gözü hep yüksekteydi zaten” diye algılayan kız kardeşi.

Uzun zamandır okuduğum hiçbir roman karakteri sinir katsayımı bu denli zıplatmamıştı açıkçası. İlk bakışta tuhaf görünse de gayet doğal olarak, bu sinir bozukluğundan ileri gelen bir merakı da kitap boyu hissettim. İlgim canlılığını yitirmemişse, bunu yazarın mizahi üslubuna borçlu. Mesela en yakın arkadaşı Ercan’la kafaları çektikleri bir akşam kendisini evine davet etmedi diye kırılınca, eski karısı Zeynep’e höykürmesinden farksız bir şekilde onu da iş birlikçi olmakla suçlayıp ertesi gün ayıldığında, kendi kendini “Suçlamalara bak, gören de üst düzey bir komünist partinin politbürosu birbirine girmiş sanır” diye alaya alışındaki sahiciliği…

Annesinden aldığı kırk lira harçlıkla geçinen bir adam olmaktansa eski ‘yoldaşı’ Mümtaz’ın aracılığıyla, provaları esnasında ayı kardeş ve tavşan kardeş arasındaki husumetin yumruklaşmaya dönüştüğü bir çocuk oyununda çalışmaya başlıyor. Oyunun sponsoru banka müdürünün kızı Arya da böylece hayatına girmiş oluyor. Kendisinden yirmi yaş küçük, Ali’nin bir masal prensesi gibi tasvir ettiği, davranışları ne genel ahlaka, ne devrimci ahlakına, ne gelenek ve göreneklere ne de Ali’nin çerçeveleyebildiği hiçbir yere uymayan bu genç kadın Ali’nin yaşamına ‘takılmak’ diye bir ilişki biçimi sokuyor.

KARAKTERİN DÖNÜŞÜMÜ

Arya’yla karşılaşmasının sonucunda Ali’ye dair beklenmedik bir keşif yapmış da oluyoruz: Davranışlarını, sözlerini ve hallerini anlamlandırmayı beceremese bile ona bildiği bir şekil vermeye çalışmıyor, hayret ediyor, keşfediyor, öğreniyor, bu yeniliğin tadını çıkarıyor. Feminizmin esaslı meselelerinden biri de kadınların tanımı önceden, bizzat erkekler tarafından belirlenmiş adlandırmalarla kısıtlanmaya çalışılmaları, kimliklerini kendilerinin belirleme hakkının ellerinden alınması, kendilerine özgü özellikleriyle kendini var etme çabalarının önünde engel teşkil etmesi.

Ali için Arya ‘bilinmeyen’dir; iyi kalpli orospu da değildir, çılgın kız da değildir, modern hoppa da değildir; duygusal bağ kuramadığını söyleyen, ‘takılmayı’ talep eden bir kadındır ve tahmin edersiniz ki Ali’nin de buna itiraz edecek hali yoktur. Ali’nin Arya’ya olan bağlılığı şehvet temelinde olmasına rağmen Mümtaz, Arya’nın abartılı neşesini, ‘devamlı o gülmeleri’ni deli oluşuna bağlayıp Ali’yi sözde dostça uyarıyor olsa bile Ali, Arya’ya saygıda kusur etmeyişiyle saygınlık kazanıyor: “Senin gibi somurtup oturmuyor, ota boka surat asmıyor diye mi deli oldu yani kız?” İlişkileri ilerledikçe Arya’nın, Ali’nin yaşamında radikal bir değişime yol açacağının sezgisine kapılmış oluyoruz böylece. Uykuya yatmış ruhunu uyandıran momentum bir nevi.

DEVRİM OLMAK

Kendi anlatısıyla takip ettiğimiz yaşantısının gizil yönleriniyse en yakın arkadaşı Ercan’la olan ilişkisinde buluyoruz. Ercan bir kitap kurdu, Ferhan Şensoy’un tanrı mertebesine çıkarıldığı bir iç dünyası var, tercihlerini içinde bulunduğu en olumsuz koşullara rağmen ilkelerinin belirlediği, yayımlatmaya cesaret edemediği dosyalarca yazısı olan, duygusal, derinlikli ve yalnız bir adam. Senaryo dünyasında Ali’nin sayesinde tutunmuş, Ali’nin tutunacak bir yeri kalmayınca da beraber düşmüşler. Ali ne iş olsa yapmaya razıyken Ercan değerlerine ters bir durumla karşılaşıp itiraz edince Ali’nin tepkisiyle karşılaşıyor.

Ani bir uyanış yaşayan Ali, kendisini bütünleyecek bir eylem aldığı zaman, erdem ve çıkarlar arasında koşulların onu zorluyor olmasına rağmen sağduyulu bir seçim yaptığında bir katharsis yaşıyor. Ardından, ilk iş olarak da Ercan’ı arıyor gözleri. Yaşadığı arınmayla birlikte kendisiyle olan kavgası bitiyor, dolayısıyla Ercan’a öfke güdecek bir şey de kalmıyor; yaşamındaki en kıymetli insan olduğunun farkına da bu sayede varıyor.

Romanın, bin bir duygunun iç içe geçtiği finalinin tadını kaçırmamak için fazlasını yazmaktan kaçınacağım ancak bu hikâyenin devamı yazılmazsa zihnimin içindeki hayali kütüphaneme girdiğimde bir eksiklik hissedeceğimi söyleyebilirim. Bir devamı gelirse eğer Ali’nin devrim yapacağını değil de sevdiğimiz düşünce insanlarının doğrusu olduğunu söylediği haliyle devrimin kendisi olacağı gibi bir hisse de kapıldım, belki de sadece ‘keşke öyle olsa’nın yoklamasıdır bu.

Sakıncası yoksa küçük bir not: Arka kapak yazısında Murat Uyurkulak’ın “Şimdiye kadar nerelerdeydin İlker Arslan?” sözünü kendi cümlelerimle tekrarlayacak olursam eğer “madem böyle lezzetli bir kitap yazacaktın niye bu kadar bekledin ki?”