Hülya Çadırcı, Tuğba Demir, Melek Karataş, Firdevs Vanlı, Fatma Uğuz, Lorita Yıldız, Saadet Hayırlı… Bu isimlere başkaları da eklenebilir. Yüzlercesi ve hatta binlercesi eklenebilir. Bu isimler Türkiye’nin değişik yerlerinden, farklı inanç ve kültürlerinden… Başı açık ya da başörtülü… Farklı gelir düzeylerinden… Statüleri farklı, işleri ve medeni halleri de… Bunca farklılıklarına karşın tek bir ortak özellikleri var onların. Onlar artık ölü. Bir başka ortak özellikleri ise erkekler tarafından katledilmiş olmaları.

Bu kadınlar da isimlerini sayamadığımız yüzlerce kadın gibi her ay erkekler tarafından öne sürülen ve sistem tarafından da oldukça makul karşılanan “meşru” nedenlerle öldürüldüler. Kimi haddini bilmeden! boşanmak istedi, kimi bir erkeğin ilişki teklifini geri çevirme cüretinde bulundu! Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu’nun internet sayfasında katledilen kadınların küçük ve dehşet verici hikâyeleriyle birlikte veriliyor bu isimler. Kayseri’de boşanmak istediği kocası tarafından 13 kez bıçaklanarak öldürülen Firdevs Vanlı’nın katil kocası ise bütün bu katliamların nedenini söyledikleriyle özetliyor: “Öldürme hakkımı kullandım. Böyle bir hakkı yeni öğrendim”.

İnsanları öldürmenin bir hak olduğunu biz de defalarca acı tecrübelerle öğrenmiştik. Bu ülkede polisin sorgusuz sualsiz öldürme yetkisinin olduğunu zaten biliyorduk. Hatta polis kurşunlarının devleti yönetenler tarafından adaletin kendisi gibi algılandığını bizzat birinci ağızlardan duymuştuk. Devletlülerimiz bu öldürme yetkisine en son esnafı da dahil etmişlerdi de, ona da -eh artık- biraz şaşırmıştık. Ancak sistemin bütününün özetini bu katil koca iki cümleyle vermişti işte: “Öldürme hakkımı kullandım. Böyle bir hakkı yeni öğrendim”. Evet o da büyüklerinden öğrenmişti. “Esnafının” sokak ortasında linç ederek, tekme ve sopalarla gencecik bir fidanı öldürdüğünü görüp, o katliamı aziz milletine örnek katliam olarak sunan bir devlet büyüğünden öğrenmişti. O kadınların ortak özelliklerini söylemiştik. Böylece bütün bu kadınları katleden katillerin de üç ortak özelliği olduğunu gördük: Erkekler, haklılar ve sistem tarafından korunuyorlar.

Neden her ay onlarca asker ölseydi yeri göğü inletecek sesler bu katliamlara karşı kayıtsızdır? Neden her ay onlarca işçi iş cinayetlerine kurban verildiğinde yükselen haykırışları duyamıyoruz? Neden bir “patronun” bile ölümüne neredeyse ulusal yas ilan edecek olan sistem bu denli suskun? Neden o kadınları yalnız anne ve aile ferdi olarak gördüğü sürece değer veren koskoca bütçeli bakanlıklar ve o bakanlıkların başındaki erkekleşmiş kadınlar seslerini çıkarmaz?

Çünkü şiddet devletin kurucu öğesidir. Çünkü şiddet devletin kendisine tabi kılamadığını ehlileştirme yöntemidir. Çünkü devletler öldürerek ilerler, öldürerek ayakta kalırlar. Walter Benjamin’in “Şiddetin Eleştirisi”nde bahsettiği azarlayan, bağıran polisin yerine bizim devlet büyüklerimizden birisini yerleştirdiğimizde şiddetin neden engellenmediğini anlamak daha da mümkündür:“…Polisin azarlayan hitabı özneyi baskı altına alıp denetlemekle kalmaz, öznenin toplumsal ve hukuki olarak inşa edilmesi işinin önemli bir parçasıdır”. İnsanların büyük kısmı işte bu “azarla/şiddetle” yeniden kurulur. Tabi kılınır. Şiddet, diğer bütün insanları olduğu gibi, kadınları da erkek egemen bu sisteme tabi kılmanın en kestirme yoludur. O nedenle sistemin içindeki erkekleri bir kenara koyun, kadınlar bile seslerini çıkar(a)mamaktadır. O nedenle kendisinden ayrılmak isteyen Firdevs’i 13 kere bıçaklayarak katleden o adam, devletini ve milletini bir arada tutan şiddetten esinlenerek “öldürme hakkını” kullanmıştır. O katil haklıdır. Bu dünyada öldürme hakkı vardır ve tabi olmayan herkese böyle rahatça uygulanmaktadır.