Bizim haberimiz yoktu; orda bir (çok) köy yanıyordu uzakta...

Bizim haberimiz yoktu; orda bir (çok) köy yanıyordu uzakta... Köy yanar cahil taranır misali dolanıyorduk ortalıkta. Tansu Çiller askeri kıyafet giymiş, elinde megafon dudağında pembe ruju… Biz gazetelerden “öğreniyorduk.” “Terör” yine can almıştı, örgüt yakıp yıkıyordu. Pişmanlık yasası da çıkmıştı halbuki ama… Gazetelerden öğreniyorduk; “Türkiye Türklerindi” Koskoca gazeteler yalan söyleyecek değildi ya…

İlkokul öğretmenimiz gazete okuma alışkanlığı kazanmamız için her gün gazetede okuduğumuz bir haberi anlattırıyordu sınıfta. Biz kalkıp “Terör olayları” diye başlıyoruz söze. Sınıfımıza o yıl gelmiş, öğretmenin, esmer tenlerine istinaden sınıfın ortasında “ellerini-yüzlerini hiç yıkamıyorlar da ondan böyle karalar” dediği arkadaşlarımız, biz bu haberleri okurken ne hissediyor? Bilmiyoruz. Onların niye geldiğini de bilmiyoruz zaten. Bunlar gazetelerde yazmıyor. Biz öğretilenleri ezberlemekle, üstlerine yemin etmekle başlıyoruz güne, her sabah ant içiyoruz; “Türküm, doğruyum, çalışkanım… Varlığım Türk varlığına armağan olsun.” Arka sıradaki arkadaşlarımız ne hissediyor? Bilmiyoruz. Bunlar ders kitaplarında yazmıyor.

Bu tedrisat ve basın eğitiminin ardından başladığım üniversitenin ilk haftası tanıştığım bir arkadaş ben de şuradanım diye siyasi yapılanmasının adını söyleyince şaşırıp “ama o yasadışı örgütmüş gazeteler öyle yazmıştı” dediğimi hatırlıyorum. Yanlış anlaşılmasın ben de kendimi solcu addediyorum o zaman. Emin Çölaşan okuyorum falan! O derece yani…

Çölaşan’ın şimdi yazdığı Sözcü gazetesi, Kandil’e gazeteciler gittiğinde haberi şöyle duyurmuştu: “Böyle rezillik görülmedi: PKK’nın şovunu izlemek üzere Türkiye’den 100 gazeteci Kandil’e gitti… PKK şovuna ortak olanlar arasında devletin resmi ajansı, Türkiye’nin önde gelen televizyon kanalları ile gazeteler vardı… Karşısında bu kadar çok televizyon kanalı ve gazeteciyi gören terör örgütünün Kandil elebaşısı Murat Karayılan, açıklamalarını şova dönüştürdü. Basın açıklamasından önce gazeteciler teröristbaşı Öcalan’ın posterinin asıldığı yemekhanede yemeklerini afiyetle yedi. Menüde pilav, tavuk, çoban salata ve kola vardı.”

“Afiyetle yedi” kinayesi yaparken “kursağınızda kalaydı” demeye getiren Sözcü gazetesi memleketin fahri kaynanası olsa gerek. Yemekte bol bol ekmek yendiği de haber detaylarında yer alıyordu. Diyet listelerinde ekmekle mücadele eden Canan Karatay’ın sonraki aylarda “terörle mücadele” edeceğine inandırılıp poşet poşet parasını hırsızlara kaptırması da 7’den 70’e nasıl bir hipnoz yaratıldığının kanıtı olarak tarihe geçti.

Anaakıma ait birçok basın kuruluşunun benimsediği bu haber dili karşısında şaşırıyoruz şimdi, ama biz zaten bu dille yoğrularak büyüdük.

14 Ekim Salı günü, Takvim gazetesinin attığı manşet ve gündem sayfası bu dile alışkın olanlar için bile dudak uçuklatıcı nitelikteydi. Manşet: “IŞİD PATLAMASI” manşetten çıkarılan ok, bir berber koltuğunda oturan adamı işaret ediyor, yanındaki haber kutucuğunda şunlar yazıyor: “Diyarbakır’da korku tıraşı: IŞİD’ın asıl bombası Diyarbakır’da patladı. PKK’nın sakallılara saldırması korkuya yol açtı. Birçok kişi berberlerde sabahladı.” Habere burdan bakmak… Bir savaşı böyle ele almak! Haber devam ediyor; “Berbere koşan halk tıraş patlamasına yol açtı.”

Kapağın ikinci haberi ise, “yüz Fransız genç kız IŞİD’e katıldı” idi. Takvim Gazetesi bu habere leb demeden leblebiyi anlayarak(!) “Teröre Fransız öpücüğü” başlığı atmış.

Gündem sayfasına ise “TIRAŞIKOMİK” diye başlık atarak haber diline tüy dikmişler. Berber koltuğunda tıraş olmayı bekleyen adamın ağzından fotoşopla bir konuşma balonu açılıp “Abi beni Justin Bieber’e benzet” dedirtilmiş.

Bunca acının, mücadelenin, zulmün içinden bu sululuğu süzmeye, bu dili minimum 100 bin kişinin evine sokmaya vicdanları nasıl el veriyor? Gazetenin girdiği evlerdeki çocuklara da yazık, sigara içenle aynı odada bulununca pasif içici olduğunuz gibi, bu gazetelerin okunduğu evde büyüyen bir çocuksanız da pasif faşist olma riskiniz var.

Yine aynı gününün Sözcü gazetesinde, Saygı Öztürk “Poşulular, Maskeliler” başlıklı yazısında şöyle diyor: “maskeli eylemciler o kadar yoğunlaştı ki… Bunları yakalayıp savcı hakim karşısına götürdüğünüzde” (bakınız: polisle empati kuran köşe yazarı) “somut delil istiyor. Polisin tutanağı dikkate alınmıyor. Yakan yıkan kişi serbest kalıyor. Maskeliler nedeniyle tıkanmış bir alanımız var. Bunlarla ilgili özel düzenlemeye şiddetle ihtiyacımız var.”

Haber dili: Savaşı tıraştan, eylemi maskeden ele almak. Tam da Arınç’ın polisimizin yetkisi yetersiz, Alman modelini benimseyen iç güvenlik reformu gerekli dediği gündemde…

Gezi’den kalan, Kobane’yle yinelenen bir soru var: “Şimdi anladınız mı her Kürdün evinde neden çift çanak anten var?”

İnsanlar Kobane’de neyin savaşını veriyor? Şehirlerde insanlar niye sokağa çıkıyor? Bununla ilgili en ufak bir emare yok çoğu medya kuruluşunun haberlerinde. Her şey durduk yere olmuş imajı yaratılıyor.

Bugün ATM tahrip oldu, otobüs yandı diye vahvahlanan gazetelerdeki, köşe yazarlarındaki hassasiyeti, 90’larda köyler yanarken de görmek isterdik. Hiç değilse köyü yakılıp arka sıramıza düşmüş sınıf arkadaşımızı anlama imkânımız olurdu o zaman.