Memleketteki “örgütlü kötülük” tüm gerçekliğiyle faş olana kadar benim açımdan buralarda işler kolaydı. Çoğunlukla Batılı, ne ve nasıl düşünmesi gerektiğini medyanın pompaladığı “hazır giyim düşüncelerden” ezberleyen eş-dostta bir “parlayan yıldız Türkiye” yanılsaması vardı. İçeriğini ayrıntılarıyla yazmaya gerek yok, bildik hikâyeler: Bir nevi “AKP’li Türkiye harikalar diyarında” masalı. O zamanlar, kısaca “Pek sizin düşündüğünüz gibi sayılmaz. Neler olacağını hep birlikte göreceğiz” der geçerdim. O günler iyi günlerimizdi…

Bu “Pembe Türkiye” masalını okur-yazar sınıfından insanlardan bile duyduğum olurdu. Sanırım benim de kendileri gibi ülke ve devleti bir tutan ve devleti de “benim devletim” diye sahiplenen bir “beyaz adam” olduğumu düşünüyorlardı ve bu masalı da beni onore etmek için tekrar ediyorlardı. Bu boş lafları dinlemek çok sıkıcı gelirdi ama kimseye durumun aslını anlatmak gibi bir çileye katlanmak da istemezdim. Bu gruptan tanıdıklara “Bu inandıklarınız, anlattıklarınız ‘AKP projesini’ hazırlayan Batı’nın uydurduğu bir yalan. İnanmasanız iyi olur” der geçerdim.

Sonra rüzgâr birden döndü ve o “pembe Türkiye masalı” yerini eş-dostun yüzünü buruşturarak konuştukları bir rezilliğe bıraktı. Sorular arttı ve artık konuşmam gerektiğinden benim için de işler zorlaştı. Eş-dosta özetle şöyle bir şeyler anlatıyorum: “Yürüdükleri kağnı gölgesini kendi gölgeleri sananlar üst üste birkaç şaplak yiyince (Beyaz Saray’da “kes tatavayı da söylediklerimi iyi dinle” tavrıyla gözden çıkarıldığının tebliğ edilmesi, Gezi isyanı ve 17-25 Aralık soruşturmaları) o kof güvenin yerini büyük bir korku aldı. Elindeki gücü korumak için çırpınan ve bunun için kötülükte sınır tanımayan “örgütlü kötülük” böylece alenileşti. Bu şiddet, sınır tanımayan kötülük artık bir araç değil tam da rejimin özü. Bu yeni tip faşizm-İslamo faşizmin kurucu iradesinin gerçek yüzünü artık herkes görüyor.”

Bazı eş-dost halen “Peki ama hiç mi iyi bir şey yapmadı?” diye soruyorlar. Buna, tarihin gördüğü en büyük kötülüklerden birini hatırlatarak şu cevabı veriyorum: “Nazi Almanyası döneminde beyin hakkında çok önemli bilgiler elde edildi. O bilgilerin günümüz nörolojisi ve beyin cerrahisine önemli katkısı oldu. Eminim o bilgiler birçok insanın hayatını kurtarmıştır; ama ne pahasına… Bir Nazi olan Dr. Mengele, Yahudi azınlıktan binlerce insanı deneylerinde kullandı, hem de hiçbir anestezi uygulamadan. O bilgiler (yani ‘iyi’ şeyler) işte bu adamın yaptığı beyin araştırmalarından geliyor. Yani ‘örgütlü kötülükte’ iyi bir taraf aramak en hafif ifadeyle aymazlıktır…

Türkiye’de ‘örgütlü kötülük’ artık kendinden olmayanlara, itaatkâr kul yapamadıklarına, onurunu çiğneyemediklerine çekinmeden yapabileceği her tür kötülüğü yapıyor. Ona muhalif olan benim gibiler bir lokma ekmeğe, bir yudum suya muhtaç olalım, onlara yalvaralım, kul köle olalım hatta hepimiz ölelim istiyor. Arendth’in totaliter anlayış hakkındaki sözlerini biraz değiştirerek söyleyeyim: ‘Örgütlü kötülük’ bütün vahşetini ‘masumlara’ yöneltir. Çünkü ‘masumiyet’ gibi bir saflığa, kirlenmemişliğe, iyilik mayasına tahammül edemez; herkes ve her şey kendine benzesin, kötülüğüne ortak olsun ve çürüsün ister. Bu konuda çok düşündürücü bir örnek var: Toplama kamplarına bir adi suç işlediği için tutuklanıp gönderilen Yahudiler, tehcir nedeniyle gönderilen masumlardan/suç işlememişlerden daha iyi muamele görüyorlardı ve genellikle hayatta kalıyorlardı.”

Anlatmaya çalıştığım gibi, bir kişinin kötülüğünden değil bir ülkeye giydirilmeye çalışılan bir gömlekten, dayatılan yaşam biçiminden bahsediyorum. Sorunumuz dayatılan o dünya görüşü, yaşam tarzıyla. Tabii ki her kılıktaki faşizmin bir lider kültü etrafında örüldüğünü ve o liderin isteklerinin, davranışlarının büyük önem taşıdığını ve belirleyicilik içerdiğini unutmadan.
“Örgütlü kötülük” gidecek; ama kaçarak mı yoksa yakarak mı, hep beraber göreceğiz…