Küresel ekonomik krizle birlikte devran döndü. Artık özel olanın iyi, kamusalın da muhakkak kötü olduğu anlayışı eskisi gibi taraftar

Küresel ekonomik krizle birlikte devran döndü. Artık özel olanın iyi, kamusalın da muhakkak kötü olduğu anlayışı eskisi gibi taraftar bulmuyor
Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği (TMMOB), örgütsel mücadelede fikri takibin ne kadar büyük önem taşıdığının en canlı kanıtı. Kaybedilmiş gibi görünen iki davada, “özelleştirme” ile “sanayileşme” konularında düzenlediği periyodik toplantılarla tartışmanın canlı kalmasına büyük katkıda bulundu, bulunuyor. Geçtiğimiz hafta sonu 3'üncüsü gerçekleşen “Türkiye’de Özelleştirme Gerçeği” sempozyumunun ardından, 11-12 Aralık günleri de “Dünya Ekonomik Krizi ve Türkiye Sanayinin Yeniden Yapılanması” başlığıyla 2009 Sanayi Kongresi toplanıyor.
Türkiye’de de kapitalizmi doğal bir düzen kabul etmeyenler; kâr ve rekabet merkezli bir zihniyetin toplumun dertlerine deva olacağına inanmayanlar; “piyasalar neylerse güzel eyler” varsayımına dayalı piyasa toplumu tasarımına onay vermeyenler zor zamanlar yaşadılar, neoliberal taarruz sırasında adeta entelektüel bir cendereye sıkıştırıldılar. Küresel ekonomik krizle birlikte devran döndü. Artık özel olanın iyi, kamusalın muhakkak kötü olduğu anlayışı eskisi gibi taraftar bulmuyor. Kamu kaynaklarıyla bankaların zararlarını sıradan vatandaşın cebinden “toplumsallaştıran” uygulamalar karşısında sahici “toplumsal programları” talep etmenin olanakları genişliyor. Bir yandan küresel kriz devasa bir insani maliyete neden olurken, öte yandan kapitalizmin-neoliberalizmin ideolojik hegemonyası sarsılıyor; Yeniden kamu! Yeniden kalkınma! Yeniden planlama!, hatta Yeniden sosyalizm! diyebilmenin inandırıcılığı artıyor. Daha etkili toplumsal mücadeleler yürütmenin objektif koşullarını olgunlaşıyor.
2009 NOBEL İKTİSAT ÖDÜLÜ
“Özelleştirme Gerçeği” sempozyumunun çağrı metninde:
Ülkeyi “Pazar”, devleti “tüccar”, yurttaşı “müşteri” olarak gören küresel kapitalizmin uygulayıcılarının, “AB’ye uyum yasaları” adı altında getirdikleri düzenlemelerle eğitimden sağlığa her alana yayılan özelleştirme uygulamalarında bugün sıra suya, toprağa, ormanlara, kıyılara gelmiştir deniyor.
Öyleyse şimdiki görev, her doğal kaynak özelleştirmesini bir mücadele mevzi  i haline getirmek olmalıdır. 2009 Nobel İktisat Ödülü’ne  ödülüne layık görülen bu daldaki ilk kadın Elinor Ostrom’ün tezleri de böyle bir direniş hattına cephane sağlayabilir. Çünkü Ostrom Hindistan'dan Kenya'ya;Guetemala'dan Nepal'e yayılan uzun ve zahmetli vaka çalışmalarıyla kamu ortak mallarını bizzat kullananların bu malları devletten de özel sektörden de iyi yönetebileceğini kanıtlıyor. Dolayısıyla kamu mallarının harap edilmesi ve tüketilmesi karşısında özelleştirilerek kara ve rekabete tabi kılınmasını tek çözüm gibi gösteren neoliberal tezleri çürütüyor. Ostrom’un çalışmaları, ormanlık alanlardan yer altı yer üstü sularına, balık avlanan sulardan maden ve meralara uzanan bir çok ortak kamu malı örneğiyle zenginleşiyor. Özelleştirme-devletçilik ikilemine sıkışmadan; KİT’lerin yönetim ve denetiminde çalışanların, yöre halkının, meslek birliklerinin ve tüketicilerin söz sahibi olmasını savunan demokratik katılımcı anlayışa da uygulama şansı tanınırsa, muhtemelen anlamlı örnekler yaratılabilir. Bu irade, ulusalcı bir anlayışla sınırlanmak zorunda değil. Başarılı bir “çalışanların denetimi” vakası tüm dünya halkları ve emekçilerine bir “işaret fişeği” anlamı taşıyacak enternasyonalist bir boyut kazanabilir.
TMMOB’UN ALAN ARAŞTIRMALARI
TMMOB, 2009 Sanayi Kongresi’ne hazırlanırken iki tane de kapsamlı “alan araştırması” hazırlayarak ilgililerin kullanımına sundu. “Türkiye Sanayinde Öncelikli Sektörler ve Bölgesel Kalkınma Yaklaşımı” raporunda özetle şu çözüm önerilerine yer veriliyor:
»Ekonomi politikaları sanayi sektörünün yüksek katma değer yaratan ve istihdam odaklı bir yapılanmaya kavuşması için seferber edilmelidir.
»Kaliteli üretim temelinde ihracatı artıracak, ithalatı azaltacak biçimde bir yatırım politikası benimsenmelidir.
»Kayıt dışı ekonomik faaliyetleri reel ekonomiye kaydıracak, üretken yatırımlara öncelik verecek bir vergi reformu hayata geçirilmelidir.
»Para politikaları yalnızca enflasyonu dizginleme hedefinden büyüme, yatırım, istihdamı gözeten daha geniş bir perspektife sahip olmalıdır.
»İstihdam politikaları, özellikle üniversite mezunlarını ve kadınları işgücüne katacak biçimde sektör planlaması ve bölgesel kalkınma çerçevesinde işgücüne katılma oranını yükseltmek hedefiyle tasarlanmalıdır.
»İç kaynaklara dayalı, ithal girdileri düşük, iç pazarı büyük, ihracat potansiyeli yüksek, rekabet gücüne sahip gıda ve içecek, tütün, tekstil, giyim eşyası, metal eşya, mobilya gibi sektörlere “istihdam odaklı” yaklaşılmalıdır.
»Geri kalmış bölgelerde ve öncelikli sektörlerde vergi ve sosyal sigorta primi indirimleri daha yüksek oranda uygulanmalıdır.
»Nitelikli işgücü oranı yüksek sektörlerde gerek duyulan mesleki eğitim programlarına ve meslek içi eğitimlere özel önem verilmelidir. Bu konuda Makine Mühendisleri Odası’nın eğitim programları örnek oluşturmaktadır.
»Yüksek teknolojili ürün gruplarının ihracat bileşiminde ağırlığını artırarak toplam üretimdeki sanayi katma değerinin yükselmesi sağlanmalıdır.
»Birçok KOBİ’nin de içinde bulunduğu üretim ve ihracatta önemli payı olan orta teknolojili ürünlere yönelik yeni bir teşvik yaklaşımı beninsenmelidir.
»İhracat artışının desteklenmesi yanında ithal edilen ara mallarının yurtiçinde üretilmesine yönelik bir strateji geliştirilmelidir.
»KOBİ’lerin büyük ağırlık taşıdığı emek yoğun üretimin ağırlıkta bulunduğu sektörlerde de, kredi, Ar-Ge, inovasyon, yönetim ve organizasyon eğitimleriyle daha nitelikli üretim ve ihracata ortam hazırlanmalıdır.
»Doğal kaynağa dayalı ürün gruplarında kamu desteğine ağırlık verilmeli, özellikle geri ödeme süresi düşük yatırımlara kredi desteği sağlanmalıdır.
»Bölge planlamasında, bölgelerarası dengesizliği azaltacak, üretim, yatırım eşitsizliklerini asgariye indirecek, ulusal planla uyumlu bir bölgesel yönetim organizasyonuna yönelmek gereklidir.
MERKEZ BANKASI’NIN SES GETİREN RAPORU
Tabii ki TMMOB raporunun değerlendirmeleri bizler için çok önemli ve anlamlı. Ama ana akım iktisadın egemen olduğu çevrelerde kolaylıkla “müzmin muhalif” yaftasıyla tukaka edilebilir. Ne var ki geçtiğimiz haftalarda “Türkiye İmalat Sanayinin İthalat Yapısı” başlıklı diğer bir çalışmanın yayımlanmasıyla beraber kızılca kıyamet koptu. Çünkü rapor Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası uzmanlarınca hazırlanmış ve bankanın internet sitesine konmuştu. Bir anda “Türkiye’nin ihracat mucizesi”, “İhracat yoluyla büyüme” tezleri hem de kamusal bir belgeyle, yekle yeksan oldu. Rapor, tahmin edilebileceği gibi yurt dışından çil çil döviz kazandırmakla böbürlenen, hükümetten sürekli ayrıcalıklar talep eden ihracat sektörünün şimşeklerini çekmekte gecikmedi.
4 uzman tarafından, 15 şehirde 140 dolayında firmayla görüşülerek hazırlanan çalışma kapsamlı bir anket çalışmasına dayanıyor. Öncelikle, 2008 yılı itibarıyla ithalatın yüzde 75’ini hammadde ve malzemeden oluşan ara mallarının, yüzde 15’ini ise makine ve teçhizatı kapsayan yatırım mallarının oluşturduğunu hatırlayalım.
Anket sonuçlarına göre, yurt içi üretimin yetersizliği veya hiç bulunmaması firmaları ithalata yönlendiren en önemli faktördür. Firmalar ara malı ithalatının yüzde 55’lik, yatırım malları ithalatının ise yüzde 65’lik bölümünü bu faktör nedeniyle yaptıklarını belirtmişlerdir. Öncelikle üzerinde durulması gereken bir konu da yabancı sermayeli şirketler aracılığıyla, küresel üretim zincirleri (global supply chains) kapsamında gerçekleşen üretimdir. Çünkü AKP hükümeti 2007 yılında 20 milyar dolar, 2008 yılında ise 16 milyar dolar civarında yabancı sermaye yatırımı çekmekle övünüyor. Raporda, yabancı sermayeli şirketin yurt dışında ana faaliyetle ilişkili bir üretim biriminin olması durumunda, yurt içinde kurduğu, devraldığı veya ortaklık yaptığı şirketin üretim yapısını ithalat bağımlılığını artıracak şekilde değiştirebileceği vurgulanıyor. Bu değişim yurt içindeki şirketin ara ve sermaye mallarını yurt içi yerine yurt dışındaki birimden temin etmesi şeklinde olabileceği gibi, yurt içindeki şirketin üretiminin bir bölümünün yurt dışındaki birime kaydırılması şeklinde de ortaya çıkabilir. Nitekim anket çalışmasının yukarıda yer alan değerlendirmeleri desteklediğinin altı çiziliyor.
Kısaca metin yabancı sermayenin üretimin daha yüksek katma değerli kısmını merkezde gerçekleştirdiğini, üretim ve ihracatın ithalata bağımlılık oranını artırdığını ima etmektedir. Nitekim 2007 yılı için hammadde ve malzemede ithal payının oranı yüzde 72.6’yı bulmuştur.
Bir örnek vermek gerekirse, son yıllarda ihracatın medar-ı iftiharı haline gelen otomotivde, son 10 yıllık dönemde üretim hacmi hızla artmasına karşın, birim üretim içerisinde yurt içi katma değer payı hızla gerilemiştir. Özellikle otomotiv sektörüne yeni firma girişleriyle ithalata bağımlılık oranının yükseldiği gözlenmiştir.
Oldukça detaylı raporda özetle, Türkiye ekonomisinde ithalata bağımlılık sorununun esas itibarıyla yapısal bir nitelik taşıdığı; ülkenin doğal kaynak yapısı, hammadde ve ara malı üretimine yeterli kaynak ayrıl(a)maması, kaliteli ara malı temininindeki güçlükler, firmaların üretimin yüksek katma değerli aşamalarında uzmanlaş(a)maması ve yatırım mallarında üretim yeteneğinin çok sınırlı olması gibi nedenlerle ithalata bağımlılık oranının yüksek düzeye sıçradığı sonucuna varılıyor. Dahası ithalata bağımlılık sorununun yapısal bir nitelik taşıması nedeniyle, küresel krizle birlikte düşen ithalata bağımlılık oranı ve daralan dış ticaret açığının, iç ve dış talebin güçlenmesiyle birlikte tekrar kriz öncesi düzeylerine yükselmesi bekleniyor.
Kısaca, 2008 yılındaki 70 milyar dolarlık dış ticaret açığı, ekonomi biraz kıpırdayınca tekrar nüksedecektir. İhracatçı çevrelerinin tüm itirazları haksız mı? Örneğin, Türkiye İhracatçılar Meclisi (TİM) başkanı Mehmet Büyükekşi, sizin uyguladığınız para ve kur politikalarının ithal hammaddeyi ve dışa bağımlılığı ciddi şekilde artırdığını görmezden gelebilir misiniz? derken bu noktada isabetli bir saptamada bulunuyor. Merkez Bankası’nın düşük kur ve yüksek faiz zihniyetini de, ödemeler dengesinin çarpık yapısında en önemli sorumlulardan saymak gerekir. Zaten MB’nin uyguladığı enflasyon hedeflemesi modelinde belli bir enflasyon oranı saptandıktan sonra, sermaye hareketlerinin serbestliği ve dalgalı kur rejimi veri alındığında, bankanın aktif bir politika uygulama olanağı zaten iyice daralır. Öyleyse, banka enflasyon hedefine kilitlenmeli, büyüme ve istihdam dahil tüm diğer makro hedefler piyangodan ne çıkarsa bu hedefe tabi kılınmalıdır. Türkiye’nin karşılaştığı ürkütücü tablo  tam da bu tasarımın sonucudur.
SORUN ULUSAL DEĞİL KÜRESEL
Değerli iktisatçı Yılmaz Akyüz’ün, “Küresel Kurallar ve Piyasalar” raporu (Global Rules and Markets:Constraints Over Policy Autonomy in Developing Countries Thirld World Network 2007) Türkiye’nin bu sendromu yaşayan tek ülke olmadığını, IMF-DB-DTÖ gibi Bretton Woods kuruluşlarının gelişmekte olan ülkelerin ekonomi politikası uygulama özerkliklerini nasıl kısıtladığını ortaya koyuyor. Sanayide DTÖ kurallarınca uygulanan çok düşük gümrük tarifeleri yerli sanayilerin gelişimini engelliyor; yine aynı nedenle sanayiye yönelik sübvansiyonlar uygulanamıyor; ticarete yönelik yatırım kuralları “yerel katkı oranı” koşulunu men ederek dış ticaretin ithal girdilere bağımlılığını artırıyor; fikri mülkiyet hakları dayatması ise az gelişmiş ülkelerin teknoloji üretmesini iyice zora sokuyor. Akyüz’ün çalışması aynı kısıtları finansal ve makro ekonomik politikalar zemininde de tüm boyutlarıyla teşhir ediyor.
Aslında Türkiye ekonomisinde yaşananlar 80’lerden beri tüm dünyayı boyunduruğuna alan neoliberal kurgunun farklı alanlardaki yansımaları. Öyleyse bu ablukayı kalıcı bir biçimde dağıtmaktan başka çare görünmüyor…