“Tanrı ya kötülükleri bertaraf etmek istiyor ama yapamıyor; ya yapabiliyor ama istemiyor; ya da ne istiyor ne de buna gücü yetiyor; veya hem istiyor hem de gücü yetiyor. Eğer istiyor da gücü yetmiyorsa, O güçsüzdür ki, bu Tanrı’nın karakterine uygun değil; eğer gücü yetiyor da istemiyorsa, O kötü niyetlidir ki bu da aynı derecede Tanrı’yla uyuşmaz; eğer ne istiyor ne de gücü yetiyorsa, O hem kötü niyetli hem de güçsüzdür, bu durumda zaten Tanrı değildir; eğer hem istiyor hem de gücü yetiyorsa ki, Tanrı’ya yakışan da sadece budur, o zaman kötülük hangi kaynaktan geliyor ya da Tanrı neden onları yok etmiyor?” İsa’dan sonra 260-340 yılları arasında yaşayan Lactantius’un sözleri bunlar. Kötülük sorunu felsefede de dinde de hâlâ ciddi tartışma konusu. İnsanın kötülüğe dahli, şeytanın kötülükteki rolü, kötülüğün şeytana havale edilmesi, insanın kendi rezilliğini şeytan üzerinden temize çekmesi hâlâ sürüyor. Şeytan kötünün günah keçisidir. Oysa -dinin içinden konuşursak bile- bazı kötülükler şeytana değil yalnızca insana mahsustur.

Lactantius’tan yaklaşık 300 yıl sonra gelen Kur’an’da şöyle diyordu: Bir zamanlar Rabb’in meleklere: “Ben, yeryüzünde bir halife atayacağım” demişti de onlar şöyle konuşmuşlardı: “Orada bozgunculuk edecek, kan dökecek birini mi atayacaksın?”

Nazi İmparatorluğu’nun kötülüklerini organize eden ve savaştan çok sonra Buenos Aires’in ücra mahallelerinden birinde İsrail ajanları tarafından yakalanıp yargılanmak üzere Kudüs’e getirilen Eichmann, kendisine atfedilen suçlamaların tamamına yakınına karşı çıkıyordu: “Bu iddianame bakımından suçsuzum.” Bu süreci izleyen Arendt şu soruyu sormuştu? Her bakımdan suçsuz olduğunu söyleyen Eichmann -bunca katliam ve ölümün ardından- ne bakımdan suçlu olduğunu düşünüyordu? Eichmann bu sorunun yanıtını vermedi ama avukatı Robert Servatius bir röportajda bu soruyu şöyle yanıtladı: “Eichmann Tanrı’ya karşı suçluluk duyuyor, hukuka karşı değil.” Çünkü Nazi Eichmann yalnızca aldığı emirleri yerine getiren, dolayısıyla sadece görevini yapan ve bunun dışında oldukça ve hatta Arendt’e göre aşırı normal bir hayat yaşayan bir “memur”du. O söylenileni yapmıştı hepsi bu.

Açlık grevi yapan Nuriye Gülmen ve Semih Özakça tutuklandıktan sonra basın açıklaması yapmaya çalışan milletvekillerine saldıran polisler için Malatya milletvekili Veli Ağbaba da “Bunları yapanlar bir gün yargılanacak” diye bağırmıştı. Ertesi gün yapılan gösteride ise Çanakkale milletvekili Muharrem Erkek gözaltı yapmaya çalışan bir polise “Siyasi iktidarın kanun dışı emirlerini yerine getirmeyin, suç işliyorsunuz” diye ayaküstü hukuk dersi vermişti. Ancak “emir” ve “görev” kötülüğün perdesiydi. Ve şeytanın falan bu kötülükle ilgisi yoktu. Bir polis, işine dönmek için orada sesini duyurmaya çalışan Veli Saçılık’ın annesini yerlerde sürüklüyordu.

Görev ve kötülük ya da kötülüğün görev haline getirilmesi ya da daha başka bir anlatımla, kötü olanın görev aracılığıyla ahlaklaştırılması günün sorunu değil kuşkusuz. Korkunun ve baskının hüküm sürdüğü, toplumu korku ve baskıyla şekillendirmeye çalışan tüm toplumların sorunuydu ve hâlâ da –görüldüğü gibi- sorunu. Bu, bir anlamda Kantçı görev ahlakının dünyaya zerk ettiği bir zehir. Kant’a göre “Bir eylemi gerçekleştirirken ‘bütün insanlar böyle yapsa evren nasıl olur’ diye düşünmek gerekir”di. Muhtemelen yaşlı bir kadını yerde sürüklemeyi “görev” bilen ve bunu aldığı “emirle” büyük bir iştahla yapan polis de orada bulunan bütün kadınları yerlerde sürüklediğinde dünyanın daha güzel olacağını düşünüyordu ya da buna kendisini inandırmak zorundaydı. Ya da kötülüğün gerçek kaynağı sadece aldığı emir değil aynı zamanda kendisiydi.

Belli ki bu emir, ne kadar kötülük içerirse içersin, o emri yerine getirecek kişi tarafından kolaylıkla ahlaki alana çekilmiş; üzerine devlet, bayrak, millet, din, iman, çoluk çocuk, gelecek, aile, namus soslarından o an için elde olan hangisiyse boca edilmişti.

Öncelikle ve her şeyden ayrı olmak üzere, eylemcilerden Veli Saçılık’ın annesinin yerlerde sürüklenmesine neden olan ya da bir babaya oğlunun kemiklerini PTT Kargo ile gönderen ve “Oğlunun kemikleri valilikte, gel buradan al” diyen kötülüğü Lactantius’un dahi algılayabileceğini düşünmüyorum. O, muhtemelen bu tür bir kötülük karşısında susacak ve her türlü kepazeliği ve kötülüğü rasyonalize edip örgütleyebilecek bir donanıma sahip olan insan varken, şeytanın dinlenip olayları seyretmekten başka yapacağı çok az iş kaldığına kanaat getirecekti. Lactantius’un kötülüğün kaynağına ilişkin sorduğu en son sorunun yanıtı tam da bu sahnede açığa çıkacaktı: Tanrı kötülüğü yok etmek istiyor ve buna gücü yetiyorsa ki, Tanrı’ya yakışan da sadece buydu, o zaman kötülük hangi kaynaktan geliyordu? Yanıt “insandı”.

Ancak Lactantius’un yanıtı kuşkusuz bir şeylerin değişmesine yetmeyecekti. Ve alanlarda atılan o romantik sloganın söylediğinin tersine, iyiliğin ve haklılığın eninde sonunda kesinlikle kazanacağı falan da yoktu. Haklılık örgütlenmedikçe bir hiçti. İyilik ve kötülüğün hangisi daha örgütlüyse diğerine hâkim olacaktı hepsi bu.