2008 Mayısında İnönü Stadyumu’ndaki Playoff finalinde Eskişehirspor, Boluspor’u 2-0 yenerek 12 yıl sonra yeniden SüperLig’e çıkıyordu. Futbol tutkumun tohumlarını atan babama sarılarak şampiyonluğu kutlarken, bu zaferin spor yazarlığı kariyerimin başlangıcı olacağından habersizdim. Lig başladıktan birkaç ay sonra, arkadaşlarımla akşam yemeği yerken telefonum çaldı. Arayan Ali Ece’ydi. “Akşam Gazetesi’nin internet sitesi için bedavaya Eskişehirspor hakkında yazacak birini arıyorum. Tanıdığım tek Eskişehirspor’lu sensin, yazar mısın?” diye sorduğunda alkolün özgüven pekiştirici etkisi olmasa “yazarım” diyemezdim. Fransa’ya yola çıkarken valizime yerleştirdiğim Eskişehirspor formlarına hüzünle baktım. Tuttuğum takımın SüperLig’e çıkmasıyla başlayan spor yazarlığı kariyerimin zirvesini yaşarken takımım ligden düşmüştü...

Sürekli yolculuk yaptığım için valiz hazırlamam 10 dakikayı geçmez. 10 Haziran sabahı planladığım saatte uyanamadığım gibi gurur duyduğum valiz hazırlama hızım da uçup gitmişti. Sanırım ilk kez spor yazarı kimliğimle seyahat edecek olmak ve seyahatimin ne kadar süreceğini bilememek tüm ezberimi bozmuştu...

Türk Hava Yolları’nın fahiş fiyat politikası sebebiyle planladığımdan bir gün önce son anda bulduğum görece ucuz uçuşa ucu ucuna yetiştim. Yanıma aldığım EURO 2016 dergilerini okurken açılış günü Fransa’da olacağımı hesaplamadığım için Fransa – Romanya maçına akredite olmamanın pişmanlığını hissetmeye başladım.

Uçaktan inip Charles de Gaulle Havaalanı terminal binasına adım attığımda ilk gördüğüm tabelada, Fransızca “Hoş geldiniz” manasına gelen “Bienvenue” yazıyordu. Evet, Fenerbahçe’nin Alper Potuk’u transfer ederken Eskişehir’ime kakaladığı topçunun adı! Yine mi hüzün? Taraftarlığımın en acı günleriyle spor yazarlığımın en keyifli günlerinin çakışması şahsıma özgü bir hissi çağırıyordu; hüzünle karışık mutluluk...

Ne zaman Eskişehir’e gitsem sokaklarda dolaşırken yaşadığım his... Doğup büyüdüğüm şehrin içine serpişen acı-tatlı anılar. Büyümüş ve kirlenmiş olmanın hüznü, en güvenli zamanlara, çocukluk yıllarına sığınıyor olmanın verdiği güven ve zamanın geçip gitme hızının korkunçluğu... Anlatması zor bu hissi sadece Eskişehir sokaklarında dolaşırken yaşardım. 4 sene önce ilk kez Paris’e geldiğimde de aynı hisleri yaşadığımı yanımdaki arkadaşıma anlattıktan sonra reenkarnasyon senaryoları yazarak epey eğlenmiştik.

Otele valizimi bırakıp bir saatlik yorgunluk atma seansının ardından kendimi doğduğum şehirdeki hisleri bana sunan Paris sokaklarına bıraktım. Öncelikle Türkiye – Hırvatistan maçının oynanacağı Parc de Princes’e gittim. Akreditasyon merkezi kapanmıştı ama yerini öğrenmiş oldum. Akşam yemeğini stadyuma yakın bir yerde yedikten sonra turnuvanın açılış maçını Fun Zone’da izlemek üzere metroya bindim. Paris metrosu kulağıma ne fısıldamışsa kendimi Paris’in ara sokaklarında dolaşırken buldum.

Sanat ile uğraşan insanların çalıştığı bir kafeye oturdum, zira maçı sessiz olarak yayınlıyorlardı. Kâh duvarlardaki tiyatro, sergi, konser posterlerini kâh maçı izliyordum. Tüm maçı benden sadece bir tık daha heyecanlı izleyen sanat düşkünü Fransız’lar Payet’in golünün estetiği karşısında kendilerini kaybettiler. Golün tekrarlarında dahi gol sevincini yeniden yaşıyorlardı. İşte futbolun sırrı bu, diye düşündüm. Oyunun içinde öyle anlar saklı ki, en aklı başımızda olanımız bile içinden çıkan ilkel sevinç canavarına yenik düşebiliyor.

Gece otelime doğru yürürken “Futbol müminlerinin ramazanı başlıyor” diye geçirdim içimden. Futbola tapanların kutsal ayında kutsal topraklardaydım. Sadece yaşlı kıtanın sakinlerinin değil tüm dünyanın ilgisini çeken Avrupa Şampiyonası’nı yerinden izlemeye gelmiştim. Vuran ayakkabılarımın acısını dindiren bir sevinçle girdim otel odama. Nihayet ayakkabılarımı çıkardığımda fark ettim ki Avrupa Şampiyonası aslında yaklaşan Dünya Kupası’nın habercisi...