Psikoterapist olarak yıllardır çok fazla sayıda “ayrımcılık ve ötekileştirme” öyküsü dinliyorum. Onları yalnızca karşımda oturan yetişkinler gibi değil, farklılığı nedeniyle itilip kakılan çocukluklarının sesiyle de dinliyorum.

Psikoterapi odasında “ötekinin” sesini duymak

Nesli ZAĞLI

“Ben ötekidir” Rimbaud.

Hayat ilişkiseldir; ben ilişkiseldir; öteki ilişkiseldir. Hayat yolculuğu bir kucakta başlar, yakınlaşmalarla sürer ve yine bir temasta son bulur. Bir insan kim olduğunu, ne olduğunu tanımlamaya kalkıştığında, ister istemez dahil olduğu, ait hissettiği gruplarla özdeşim yapacak ve farklı olanları kendilik tanımından dışlayacaktır. Önyargı dediğimiz şey kendinin tanımlamanın otomatik, mekanik ve negatif yüklü kısayoludur. Ötekileştirme ise kendi yaralarını saklayarak sağ kalmaya dair kötücül bir çırpınıştır. Klasik psikanaliz ve Nesne İlişkileri kuramları ötekileştirmeyi içteki, özdeki marazı bilinçdışı bir şekilde bir ötekine yansıtarak baş etmek olarak kavramsallaştırır. Oysa başta Heinz Kohut’un geliştirdiği Kendilik Psikolojisi gibi ilişkisel kuramlarda, ben ve ötekinin konumlandırılması gelişimsel olarak ilk bakım verenlerle kurulan ilişkilerin dinamikleriyle anlaşılmaya çalışılır (bu konudaki daha ayrıntılı yazım aşağıda*). Bu ilişkisel dinamikleri hafife almak mümkün değil çünkü nerede bir hırsız, katil, düzenbaz, diktatör varsa orada bireysel veya toplumsal düzeyde bir gelişimsel kırılma vardır. Tüm insanlık tarihi aslında “ötekileştirmenin” tarihidir. Sizin kulağınızda ötekileştirme nasıl tınlıyor bilmiyorum ancak kölelik de, savaşlar da, soykırımlar da bir diğerini “kendinden” görmeyip parmakla işaretlenenlerin dramıdır. Düşünün bir kez; Tanrı hepimizin altında yaşadığı gökyüzünü masmavi boyuyor ama biz insanlar olarak teni, dili, dini, mezhebi, kültürü, cinsiyeti, cinsel yönelimi vb. farklı olanın rengine katlanamıyoruz. Ayrımcılık psikanalitik olarak da, tarihsel olarak da ilkelliktir.


Toplumda ve hayatta ne varsa, psikoterapi odası onun simgeselidir. Yaşamda gördüğünüz kendilikleri ve ötekileri orada da görürüz. Matematiksel olarak bakıldığında, toplumda gördüğümüz toplumsal ve bireysel farklılıkları aynı oranda terapide görmek mümkün olmayabilir. Ekonomik nedenlerden ötürü psikoterapi “beyaz, yüksek sosyoekonomik statüden ve heteronormatif” bireylerin oyun alanı gibi görünebilir. Çünkü çoğunluk ve normatif değil, azınlık ve aykırı olmak özel sağlık hizmetlerine erişimi kısıtlayıcı handikaplarla gelebilir. Neyse ki durum tamamen bu değil, psikoterapi odasında her renkten, her sesten insanla çalışabiliyoruz. Onların ötekileştirilme hikayelerini ve açtığı yaraları büyük bir dikkat ve özenle dinliyoruz. Maalesef onları duyabilmek çok kolay değil, çünkü çoğu onlarca yıldır susturulmuş ve sesini, rengini kaybetmiş. Bu danışanlar için psikoterapi bazen bir seslendirme çalışması haline bürünüyor. “Ben buradayım, varım, sesim soluğum çıkıyor; duyuluyor ve dinleniyorum” demeleri için her şey. Aile içinde utanç nesnesi gibi ötelenmiş kız çocuğunun, “aman kimseye söyleme” diye büyütülen Alevinin, ailesinin köyü, barkı yanmış Kürt delikanlısının, ülkede bir avuç kalmış Afro-Türkün, “kadınsı” bulunduğu için korku ve dehşetle yaşamış eşcinselin ve tüm diğer ötekilerin soluklanıp dillenmesi için.

Yıllar önce anime kısa bir video izlemiştim ve maalesef tüm aramalarıma rağmen onu tekrar bulamadım. Videoda normal görünümlü olsa da aslında balon gibi yerçekimsiz havalanan bir çocuk babasıyla dolaşmaya çıkıyor. Tatlı ve neşeli bir çocuk bu. Parka gittiklerinde diğer çocuklarla oynamak istiyor ve başta onlara katılıyor da. Sonra çocuklar onun yerden yükseldiğini fark ediyor, önce korkuyor, sonra yadırgıyor, sonra sırtlarını dönüyor ve en son öfke duymaya başlıyor. Kısacık bir sekansta ayrımcılık tarihi gibi. Sonra çocuk üzgün bir şekilde babasıyla diğerleriyle temasın az olduğu kuytulara çekilmek zorunda kalıyor. Tüm ötekileştirilenler gibi. Ne zaman bir farklılığı için yoksunlaştırılan birini dinlesem aklıma bu video gelir. Eğer psikoterapi odasında karşınızda oturan kişi her türlü ayrımcılığa karşı savaşmaya ant içmiş bir aktivist değilse, hep bu yoksunluğu, bu kuraklığı görüyorsun danışanda. Egemen faşizan sistemin farklı olana asla tahammülü yok. Bu danışanlar da aslında bize bile bu korkuyla geliyor. Aylar boyu Alevi olduğunu, Kürt olduğunu, cinsel yönelimini benden saklayan kişiler oldu. Benim tarafımdan bile ötekileştirileceklerini, yargılanacaklarını düşündüklerinden mi? Bilmem belki… Belki de tıpkı yaşamın içindeki gibi farklılıklarını derine gömmek zorunda hissettiklerinden. Ancak burada şöyle bir risk var; danışanın öyküsünü istediğiniz kadar ayrıntılandırın, derinleştirin. Ötekileştirilmenin açtığı yaraları görmeden sağlıklı bir terapötik formülasyona ulaşmak mümkün değil. Tabii ki yarasını saklayan kadar, göğsünde bir nişan gibi taşıyan da var. Ancak ben terapi odasında daha çok “ötekinin” farkında bile olmadığı ayrımcılık yaralarına işaret ederken buluyorum kendimi. Erk sahibinin hegemonyasında bir yerlerinden vurulduğunu biliyor, acı çekiyor ama “yaran nerde” dediğinde gösteremiyorlar. Yazınının başından beri her biri benim için ayrı bir dünya olan danışanlarımı “öteki” diye anmak zorunda kalmak beni ziyadesiyle rahatsız etti. İçimden “sensin öteki” deyip duruyorum.

Psikoterapist olarak yıllardır çok fazla sayıda “ayrımcılık ve ötekileştirme” öyküsü dinliyorum. Onları yalnızca karşımda oturan yetişkinler gibi değil, farklılığı nedeniyle itilip kakılan çocukluklarının sesiyle de dinliyorum. Annesi Kürtçeden başka dil konuşamadığı için okulda alay konusu olan çocuğu da, mahalleden aforoz edilmemek için Alevi olduğumuzu kimseye söyleme diyen ailenin çocuğunu da, kafalarındaki kadın ve erkek tipolojisine uymadığı için küfür kıyametle dağlanan trans çocuğu da kucaklayasım geliyor. Ama onlar farklı sesi, rengi, dokusu olan her şeye karşılar. Evrensel olarak da yerel olarak da tek tipleştirilmiş bir idealleri var. Beyaz, sarışın, eğitimli, cis, üst sınıftan insan seviyorlar. Hatta bu prototipe o kadar bayılıyorlar ki, kapsama alanlarına böyle bir tip girince “aman aman ne tatlı biz bunu first lady yapalım, cumhurbaşkanı yapalım” diyorlar. Dolayısıyla kara kurunun, dulun, fakirin, işçinin, öğrencinin, transın, sakallı kızın, uzun kirpikli oğlanın acısı, sızısı kimsenin umurunda olmuyor. Şairin dediği gibi; yaşıyoruz sessizce yaramızı severek.

Yaramız demekte bir beis görmüyorum. Onların kuytuya çekip dövdüğü her ruh yaralıyor beni. Empati psikoterapi sürecinin en önemli aracıdır ve içinde olmasan da danışanın deneyiminin kıyısında dirayetle durmayı gerektirir. Önyargı, ayrımcılık ve ötekileştirme evrensel olsa da bizim ülkemizde pervasız bir saldırganlık halinde seyrettiğini yakılan, yıkılan, vurulan ve asılanlarla kanıtlamama hiç gerek yok. Koca bir köyün ihanet ettiği komünistler, ailesi tarafından reddedilen LGBTİ+ bireyler, “çocuklarınla gelirsen eve kabul etmem” diyen babaların ve annelerin kızları, her köşe başında kimlik sorularak tartaklanan Kürtler, kapısına konulan çarpının ruhunun üstünü çizdiği Aleviler, güvercin tedirginliğinde yaşayan Rumlar, Ermeniler… Benim psikoterapi odasında dinlediklerim de hayatın içinde ne varsa tam da o. Hep kısık bir ses tonuyla ve çekine çekine konuşan bir danışanı aylarca takip ettikten sonra ona dair tüm kaygı ve korkuların temelinde danışanın ait olduğu dezavantajlı grubun erke dair tehdit algısı olduğunu fark ediyorsun. Çünkü örneğin altından nesiller boyu Türk’ün gazabından korkmuş bir gayrimüslim refleks çıkıyor.

İnsanlık tarihinde önce benzerlikler üzerinden bir kurgu oluşuyor, hemen sonrasında ise farklılıklar. Hâkim dil, din, ırk, cinsiyet vs. olma mücadelesi asırlardır hiç hız kaybetmedi. Aydınlanmacılar sonradan “boş verelim farklılıkları öze bakalım” diyorlar. Daha etnik bir yerden bakanlar ise “farklılıkları neden kaybedelim ki” diyorlar. Terapi odası bazından bakınca hâkim sese değil ötekilerin mırıltısına odaklanmaktan yanayım ve o sesi yükseltmeye el vermekten. Egemen toplumun sadece evrensel farklılıklara değil fiziksel, zihinsel, ruhsal, estetik farklılıklara da tahammülü yok. Hazretler ırksal, mezhepsel, yönelimsel azınlıkları sevmediği gibi şişman, bipolar, otistik, raşitik de sevmiyor. İsterlerse sevmesinler, gün gelecek kabul edecekler. Buna inanmaya içinden geçtiğim tüm yaralı öyküler adına ihtiyacım var. Bize düşen de ötekinin sesini duymak (eski bir yazımdaki gibi**) ve daha da yükseltmek.


https://www.birgun.net/haber/kendilikler-gruplar-ve-otekiler-birlesmek-mumkun-mu-383609?s=03

** https://www.birgun.net/haber/otekini-duymak-304550