Heyecanla beklenen Osaka 2019 G-20 zirvesi ABD ile Çin arasındaki gerginliklerin biraz yumuşamasıyla sona erdi. En azından şimdilik Trump Çin’in 300 milyar dolarlık ek ihracatına gümrük vergisi koymayacak,  Amerikan şirketlerinin 5-G teknolojisi lideri Huawei’e satış yapmaması kararı da gözden geçirilecek. Bu arada 20 üye ülkeden 19’u Paris İklim Anlaşması’nın arkasında durduklarını teyit ederken bir tek […]

Putin’in irkilten tezleri

Heyecanla beklenen Osaka 2019 G-20 zirvesi ABD ile Çin arasındaki gerginliklerin biraz yumuşamasıyla sona erdi. En azından şimdilik Trump Çin’in 300 milyar dolarlık ek ihracatına gümrük vergisi koymayacak,  Amerikan şirketlerinin 5-G teknolojisi lideri Huawei’e satış yapmaması kararı da gözden geçirilecek. Bu arada 20 üye ülkeden 19’u Paris İklim Anlaşması’nın arkasında durduklarını teyit ederken bir tek Amerika ayrık otu gibi dışarıda kaldı. Trump ayrıca Kuzey Kore Cumhurbaşkanı Kim Jong-Un ile silahsızlandırılmış ara bölgede bir araya gelebileceğini açıklamasının ardından bu buluşma gerçekleşti.

Gelgelelim Putin;  Trump ile Jinping’den rol çaldı. Zirve öncesi İngiliz Financial Times gazetesine verdiği röportaj, “ticaret savaşları” gündemini gölgede bırakarak dünya gündemine oturdu. Putin liberalizmin modasının geçtiğini öne sürüyor. Meramını anlatmak için verdiği örnekler açıkçası çok iğrenç ve irkiltici. Örneğin Angela Merkel’in çoğu Suriyeli 1 milyon göçmene kapıları açmasına referansla, “Göçmenler haklarını güvencede gördükleri için yüzsüzlükle öldürebilir, soyabilir, ırza geçebilirler” diyor. Çok kültürlülüğün işlemediğini, eşcinselliğin alıp başını gittiğini, çocukların oyunlarında bile 5-6 toplumsal cinsiyet rolünün geçerli olduğunu öne sürüyor.

Putin’in Amacı Ne?

Putin’in bu mesajlarının iç kamuoyuna ve dış kamuoyuna yönelik farklı amaçları bulunduğu söylenebilir. Uluslararası İlişkiler Profesörü Michael Cox’a göre, “Putin’in pozisyonu, Rusya’nın ulusal egemenliğin demokrasinin;  ulusal birlik ve istikrarın kanun hâkimiyeti ve insan haklarının önüne geçtiği, kendine özgü ve farklı bir uygarlık olduğudur”. Gerçekten de Putin ülkesinde istikrarlı bir büyümenin sağlanamadığı, sade insanların yaşam standartlarının yerinde saydığı gerçeği karşında halkın gururunu okşayacak, Batı kapitalizmine öykünmelerinin önünü kesecek böyle söylemlere gereksinim duyuyor olabilir. Anlaşılan toplumdaki hiyerarşi ve otoriteye dayalı baskı düzenini meşrulaştırmak için de Rus kültürünün özgünlüğünün altını çizmesi gerekiyor. Zaten Financial Times’taki mülakatta Putin tarihsel kahramanının 18. yüzyılda Rusya’nın egemenlik alanını genişleten Büyük Petro (bizde bilinen adıyla Deli Petro) olduğunun altını çiziyor.

Soğuk Savaş’ın bitimiyle birlikte Rusya’nın “Marksist öğretinin” taşıyıcısı bir rol modeli olarak cazibesini yitirdiği söylenebilir. Ancak son yıllarda Pekin-Moskova yakınlaşmasının verdiği güçlü Avrasya bloku mesajının yanı sıra, Avrupa’da yükselen sağ popülist – sağ otoriter hareketlerin Rusya’ya yakınlık duyması olgusu da Putin’in cüretini artırıyor. Başını İtalyan Ligi hareketinin lideri Matteo Salvini’nin çektiği Avrupa Halkları ve Milletler Birliği Çatısı altında örgütlenen aşırı sağcı örgütlenme gerçekten Putin’in kişiliğinde Rus modeline yakınlık duyuyor. Göçmenleri, yabancıları, eşcinselleri, Müslümanları; “ulusal kalkınmanın” önünde engel görme, “ötekileştirme” noktasında buluşuyorlar. Ulusal mitlere dayalı saf ve bozulmamış bir kültürün nostaljisini canlandırmaya çalışıyorlar.   Putin’in son açılımının önümüzdeki aylarda Avrupa’nın aşırı sağ mahfillerinde ciddi yansımalar bulacağını tahmin etmek de zor değil.

Putin, liberalizmin modasının geçtiğini öne sürüyor. Meramını anlatmak için verdiği örnekler açıkçası çok iğrenç ve irkiltici. Örneğin Angela Merkel’in çoğu Suriyeli 1 milyon göçmene kapıları açmasına referansla, “Göçmenler haklarını güvencede gördükleri için yüzsüzlükle öldürebilir, soyabilir, ırza geçebilirler” diyor

30. Yılında “Tarihin Sonu”nun Sonu

Putin’in açıklamalarının Fukuyama’nın kapitalizmin zaferini, dolayısıyla burjuva demokrasisinin tek geçerli sistem olduğunu ilan ettiği “Tarihin Sonu” makalesinin kaleme alınışının 30. yılına denk gelmesi de ayrı bir ironi. 1989 aynı zamanda, 1991’de Sovyetler Birliği’nin dağılmasının öncü şokunu oluşturan Berlin Duvarı’nın yıkılışının da 30. yıldönümü. Putin’in yaklaşımının daha çok Samuel Huntington’un “Uygarlıklar Çatışması” tezine, Slav-Ortodoks kategorisine uygun düştüğü pekala söylenebilir.

Putin’in niyetlerinden öte, son yıllarda derinleşen gelir ve servet dağılımı uçurumlarının tetiklemesiyle,  2007-2008 Küresel Finansal Krizi sonrasında kapitalizmin düşük büyüme sorununun kronikleşmesiyle baş gösteren küreselleşmenin ideolojik hegemonyasını yitirmesi gerçeğiyle karşı karşıyayız. Herkesin yüzünü güldürmek, cebini doldurmak, geniş tüketim ürünleri yelpazesine ulaşmak iddiasıyla pazarlanan kapitalist küreselleşme artık kitleler nezdinde cazibesini yitirmiş bulunuyor. Avrupa özelinde, Tony Blair liderliğinde Büyük Britanya’nın neoliberal politikaları “Üçüncü Yol” ideolojisiyle biraz yumuşatarak uygulaması, Gerhard Schröder’in şansölyelik döneminde Almanya’nın ve birçok ülkede merkez partilerin “sosyal piyasa ekonomisi” etiketiyle aynı kulvara girmeleri; umutsuzluğa ve güvensizliğe kapılan insanların çareyi sağ otoriter rejimde aramalarının yolunu açtı.

Burada altı çizilmesi gereken önemli nokta şu: aşırı sağın oklarını azınlıklara, göçmenlere, liberal yaşam tarzına sahip kişilere, feministlere, solculara ve kültürel elitlere yöneltmesi, sade insanların öfke ve tepkilerinin yanlış mecralara akmasına neden oluyor. Sağ popülist çıkışlar adeta kapitalist sistem açısından bir paratoner işlevi görüyor. Nasıl, Putin Rus ekonomisini “yerli oligarklarla” götürüyorsa, Batı Avrupa’daki aşırı sağın kapitalizmi eleştiren, piyasa toplumuna itiraz yükselten bir perspektifi bulunmuyor. Hatta zımni olarak onların çok çalışarak, hakkıyla bu servete sahip oldukları, açtıkları fabrikalarla millete fırsat kapıları araladıklarını kabul ediyorlar. Öfkelerini kafelerde zaman tüketen, koltuklarının altından kitap düşmeyen, “elitlere,” entelektüellere kusuyorlar.  Başlıca iddiaları, AB gibi kozmopolit yapıların ulusal çıkarlara ters düşen uygulamalar yapmaları, ulusal kalkınmaları baltalamaları noktasında yoğunlaşıyor.

Şampanyayı kimler içer

Avrupa solunun insanların önüne kapitalizmin güç ve mülkiyet ilişkilerini sorgulayan; kronik işsizliği körükleyen güvencesiz ve esnek emek piyasalarının karşısına kamucu istihdam politikalarını koyan ; düşük faiz ortamında borsaların ve emlak fiyatlarının şişmesine yol açan düzenek yanında  vergi cennetleri ve şirket yöneticilerinin aşırı ikramiyelerini teşhir eden gerçek bir seçenek sunması sorumluluğu bulunuyor. Doğaldır ki, bireysel hak ve özgürlüklere sahip çıkan, kadınların ve LBGT bireylerin taleplerini içeren, etnik ve dinsel ayrımları reddeden bütünlüklü bir programatik açılımla… Göçmenlerin ve yabancıların bir düşman değil, emek ve hak mücadelesinde, geleneksel işçi sınıfının müttefiki olduğunu anlatabilen bir dil ve yaklaşımla…

Bu başarılabildiği ölçüde kitlelerin umudu, kendilerine güveni artar; aşırı sağ partilerin Rusya örneğine öykünerek otoriter bir devlete özlem duymaları halk katında karşılıksız kalır. Demokratik kurumların kapitalizmi restore etmek için tahrip edilmesi çabaları püskürtülür.

Avrupa parlamentosu seçimlerinde halkın merkez sol ve merkez sağ partileri cezalandırırken, aşırı sağa umut ettiği desteği vermemesi de ciddi bir arayışın varlığını kanıtlıyor. Demek ki özgürlükle eşitliği solun birbirini tamamlayan, destekleyen, güçlendiren iki temel değeri olarak gören sosyalist, ekolojist, feminist açılımlar için ciddi fırsat kapıları bulunuyor. Tüm bunları başarmak elbette kolay değil. Madem Putin’le başladık popüler bir Rus deyişiyle bitirelim, “ riskleri almayan hiçbir zaman şampanyayı içemez.”