Almanya’yı hatta bütün Avrupa’yı iki yıldır meşgul eden, 35 yıl aradan sonra tekrar açılmış olan RAF (Kızıl Ordu Fraksiyonu-Rote Armee Fraktion) davası, başladığındaki hiçbir soruya açıklık kazandırmadan sona erdi. Dava, Almanya Federal Başsavcısı Siegfried Buback’ın 7 Nisan 1977’de öldürülmesiyle ilgiliydi.  Ancak, eski RAF militanı Verena Becker, yargılandığı bu davadan 4 yıl hapis cezası aldı.
 
Hem Becker hem de başka RAF militanları bu davadan daha önce yargılanmış ve çeşitli hapis cezalarına çarptırılmıştı. Savunma avukatlarına göre, bunlardan daha önemlisi, Becker’in bu davadan ceza almasının iki tartışmalı yanı var: Birincisi, Becker’e verilen 4 yıllık hapis cezası somut hiçbir kanıta dayanmıyor. İkincisi ise, bu kararın daha da tartışmalı olan bir kavrama, adeta soyut bir yoruma dayandırılması: Verena Becker, RAF’ın Buback ‘ı öldürmesine ‘psikolojik yardım’ vermiş.
 
Oysa Becker aynı davadan ‘teknik destek’ vermekten daha önce ceza almıştı. Hatta bu dava Becker’in destek vermekle kalmayıp, ‘kurşunu sıkanlardan biri olduğu’ yeni iddiaları üzerine tekrar açılmıştı. Avukatlar ve sol basın bu kararı, hukuki olmaktan çok “RAF’ın ruhunun cezalandırılması” ya da ‘nedamet getirmeyen psikolojinin cezalandırılması’ olarak yorumluyor. Zaten Becker’in avukatı karara üst mahkemede itiraz etti.
 
KOLEKTİF SUÇ-KOLEKTİF CEZA
Siegfried Buback davası aslında diğer birçok RAF davası gibi, hem devlet açısından hem de RAF açısından çoktan kapanmıştı. Devlet yani mahkemeler, RAF’lılara, RAF’a dair ‘özel hukuka’ dayanarak, hemen her zaman, çok ince eleyip sık dokumadan karar verdi. Devlete göre, yakalanan RAF’lı mutlaka suçluydu ve o bölgede açık olan davanın birinden sorumlu tutulup ağır cezalara çarptırılıyordu.
 
Yakalanan RAF’lıların da buna hiçbir itirazı olmuyor, RAF’lılar mahkemede kendilerini savunmuyor ve devletin kendilerine uygun gördükleri ‘kolektif suça kolektif cezayı’ sorumlu ‘kolektif’ olarak yorumsuz sineye çekiyordu. Buback davasında Knut Folkerts, Günter Sonnenberg ve Christian Klar ‘eylemi gerçekleştirmekten’; Brigitte Mohnhaupt da ‘azmettirmekten’ ceza almıştı. Verena Becker da ‘gözcülük-yardım’dan ceza alanlardan biriydi.
 
Bir Alman yazar, her iki taraf açısından bu seferki yargılamanın 1977’deki yargılamadan farkını şöyle anlatıyor: “1977’de Verena Becker, mahkeme heyetine ifade vermek yerine, ‘faşist domuzlar’ diye bağırırken şimdi hiç değilse olay tarihinde Avrupa’da bile olmadığını anlattı. Mahkeme ise, ‘kolektif suç’ inancı gereği Becker’e tekrar ceza vermek yerine gerçekten Becker’in olayla ilgisinin ne olup olmadığını merak ediyordu…”
 
Bu merak sonunda mahkeme şuna kanaat getirdi: “Verena Becker, Başsavcı’nın öldürülmesini ‘kararlı’ savunanlardan biriydi ve bu yolla daha sonra savcıyı öldürenlere ‘bilerek ve isteyerek’ destek vermiş oldu. Bu teknik destek olmasa da psikolojik destek anlamına gelir.”
 
TEKNİK OLARAK DESTEK MÜMKÜN DEĞİL
Becker, mahkemede okuduğu savunmasında RAF’ta asla ‘komando ya da lider’ seviyesinde olmadığını, sadece konu konuşulurken ‘orada bulunduğunu’ belirtti.  Verena Becker’in avukatları, Walter Venedey ve Hans-Wolfgang Euler, bu ifadeye dayanılarak Becker’e ceza verilemeyeceği görüşünde.
 
Avukatlar, Başsavcı’nın öldürülmesinin konuşulduğu dönem ve konuşulduğu yerin kesin belli olmadığı, 1977’de Almanya’nın Karlsruhe kentinde gerçekleştirilen eylemle bu konuşmaları doğrudan ilintilendirmenin mümkün olmadığına dikkat çekti. Avukatlara göre ikinci nokta ise, Buback’ı kimin vurduğunun kesin belli olmadığı gibi, vuran kişilerin Becker’in dinlediği o konuşmalar yapılırken o mekânda olup olmadığının da belli olmadığı.
 
Avukatların bu kararın ‘anlamsızlığına’ dair önemli tezlerinden biri de şöyle: “Toplantılarda eylemin yapılması için eylemcilere psikolojik destek verildiyse, şimdi o toplantılarda olan bütün diğer kişilerin de yakalanıp haklarında dava açılması gerekiyor”.
 
Ayrıca, avukatlar, mahkeme heyetini “eylem anında Verena Becker’in eylem yerinde olmadığına” inandırmayı başardı. Zaten Becker, olay sırasında Ortadoğu’da olduğunu kanıtlıyor. Daha önce ‘eylemde gözlülük yapmaktan’ ceza alan Becker, bu sefer cezaya neden olan tek tanık ifadesinin yeterli olmadığına kanaat getirilerek cezasını çektiği bir suçtan da kurtulmuş oldu.
 
RAF’a yakın yazılı kaynaklara göre, Başsavcı’nın öldürülmesiyle ilgili karar Hollanda’da alındı ve Hollanda’daki bu toplantıda Verena Becker bulunmuyordu. RAF, 1977 başında Stamheim Cezaevi’nde bulunan RAF’ın kurucu kadrosu Andreas Baader, Gudrun Ensslin ve Ulrike Meinhof’un tecrit koşullarının kaldırılmasını istiyor ve özellikle Başsavcı Buback’ın RAF’lıların koşullarını ağırlaştırdığı düşünüyordu. Alman basınının bir kısmına göre ise, RAF’ın kurucu lideri konumundaki Andreas Baader’in bizzat “Bu Başsavcı hâlâ ne kadar duracak” diyerek Buback’ın öldürülmesini istemişti.
 
‘Devlet resme yaklaşamadı bile…’
Kamuoyunda ve basında ‘Verena Becker davası’ olarak bilinen Federal Başsavcı Siegfried Buback’ın RAF tarafından öldürülmesiyle ilgili dava 2010 Eylül ayında açıldı. Mahkeme davayı niçin açmıştı? Birincisi, polis, Başsavcı Buback’ın öldürülmesiyle ilgili olarak 35 yıl sonra yeni bir DNA analizinde, Buback’ın öldürülmesi eylemini üstlenen RAF bildirisinde Verena Becker’in DNA izine rastlandığı açıkladı. İkincisi, Buback’ın oğlu Michael Buback mahkemeye başvurdu ve “babasını RAF’ın öldürdüğü kararıyla yetinmeyeceğini, kişisel olarak kimin öldürdüğünü bilmek istediğini” bildirdi ve Verena Becker’in kurşunu sıkanlardan biri olduğunu iddia etti.
 
Bütün bunlardan daha önemlisi ise, devletin de farklı bir gerekçeyle Buback’ın oğlu gibi düşünmesiydi. Daha önce adeta tuttuğuna ceza vererek ‘siyasi bir kararla’ davayı bitiren mahkeme, bu sefer olayı kişisel sorumluluk düzlemine taşıyıp ‘siyasal’ olmaktan kurtarmak istedi. Devlet, RAF’lıların mahkemede nedamet getirip üzerinden 35 yıl geçmiş bir olay için özür dilemesini ve o dönemin bu biçimde kapanmasını umuyordu. Elbette, bu, devletin ‘hukuki’ bir sonuca ulaşmaktan çok RAF’ı ‘acımasız katillerden oluşan bir çete’ye indirgeme hırsıyla ilgiliydi. 
 
MAHKEME ÇAĞIRDIĞINA PİŞMAN OLDU
Yeniden açılan davayla ilgili 97 duruşma yapıldı. 165 kişinin ifadesine başvuruldu ve 8 bilirkişi dinlendi. Sonuç hiç devletin hesapladığı gibi olmadı. Geçen iki yıl içinde, daha önce kolektif suça kolektif ceza veren mahkeme, sanıkları ya da tanıkları tek tek çağırıp konuşmayı denedi. Çağrılı bütün tanıklar mahkemeye gelip, savcı ve hâkimleri adeta ‘deli edip’ gitti.
 
İfade veren, yaşları 55 ila 67 arasında değişen RAF’lıların kurdukları en uzun cümle ise, “Burası, bu meseleleri konuşmak için uygun bir yer değil” ile “Sorduğunuz her şeyin cevabı belgelerde var ama ben prensip olarak devletle konuşmuyorum” biçimindeydi. Yıllardır basına da konuşmayan, en kısası 15 yıl hapis yatmış, RAF’ın 1970’li yıllarındaki en aktif olduğu ikinci kuşağına mensup bu kişilerin son ifade ve tavırları, RAF’lıların yıllar sonra siyasal olarak aktif değilken bile, siyasal tutumunu hiç değiştirmediğini gösterdi.
 
Gerçekleştirilmiş bütün eylemleri, örgütün bütün militanlarının üstlenmesi ve örgütte ‘bireysel suç ya da başarı’ hikâyelerine izin verilmemesi RAF’ın siyasal kültürünün bir parçası. Bu prensip RAF’ın kendini feshettiği 1998’den sonra da sürdü.
 
Stuttgart Yüksek Mahkemesi’nde ifade veren eski RAF’çı 10 kişinin hepsi de kamuoyunda bilinen isimler. Zaten Buback’ın öldürülmesi olayında yer almaktan ömür boyu hapis cezası alan bazı isimlerin de aralarında bulunduğu Günter Sonnenberg, Stefan Wisniewski, Rolf Heißler, Adelheid Schulz, Knut Folkerts, Brigitte Mohnhaupt, Sieglinde Hofmann, Rolf Clemens Wagner, Irmgard Möller ve Siegfried Haag’ın ifadeleri medyanın büyük ilgisini çekti. 1972’den beri hapiste olan ve RAF’lıların öldürüldüğü ya da intihar ettiği gece Stammheim cezaevinde bulunan Irmgard Möller dışındaki bu militanlar RAF’ın meşhur ‘1977 atağı’nın şu veya bu biçimde içinde olan isimler.
 
Belki bu kararla artık bundan sonra bir daha hiç kimse RAF’tan söz etmeyecek. RAF efsanesi gizemleriyle gerçekten efsane olacak. Verena Becker davasının yeniden görüleceği dönemde RAF’lılar da galiba bu efsaneye hazırlık yaptı. RAF’lıların Mayıs 2010’da kaleme aldıkları ve devrimci basına gönderdikleri yaklaşık 3 sayfalık bildirilerinde bu efsaneden bölümler var. “Farklı zamanlarda RAF’ta bulunan bazı kişilerden, mevcut duruma ilişkin bazı açıklamalar” diye çevrilebilecek bir başlığa sahip bu bildirinin ilgili kısmı şöyle: 
 
İŞTE BU KADAR
“…Yüksek donanımlı devlet aygıtı, yıllardır düzenlediği polis kuşatması ve seri operasyonlara rağmen, hareketimizle ilgili gerçek bilgi edinmek bir yana, bizi çağrıştıracak benzer bir resme bile yaklaşamadı. Baskı, tecrit, kışkırtma ve şantaj altında çözülen ve ‘tanık’ olarak kullanılanlar da, resmi tamamlamak için hiçbir katkıda bulunamadı. Devlet güvenlik güçlerinin genel isyanı bastırmak için oluşturduğu birimler, çok az işine yarar. Devlet, yönteminden, organizasyonundan, izlediği yoldan, Şehir Gerillası’nın (RAF) diyalektiğinden hiçbir şey anlamıyor. Ona sıçrama tahtası olarak hizmet etmenin hiçbir gereği yok.
 
RAF’ın eylemleri, kolektif tartışmalar ve kararlar sonucu, herkes aynı fikirde olunca,  gerçekleşti. Belli bir zamanda gruba dâhil olan ve ortak kararlarda etkisi olan herkes, elbette bunun sorumluluğunu taşımakla da yükümlüdür. Bunu çok sık anlattık ki, RAF’ın tarih olması bizim bu tutumumuzu değiştirmez.
 
RAF’ın kolektif yapılanması başından beri saldırıya uğramıştır. Devlete göre bu olmamalıydı. Devlete göre, ‘otoriter ilişkiler, askerler ve komutanlar, elebaşları ve takipçiler’ gibi her şey eski tarz gibi olmalıydı. Polisin amacı buydu, aleyhte propaganda buydu ve hâlâ da öyle.
 
Biz burada bir silahlı mücadele başlattığımız için hapsedildik ve yargılama sürecinde de en fazla politikamızın içerik ve amacını anlatmakla ilgiliydik. Kendi pratiğini dünya çapında kapitalizmden kurtuluş mücadelesinin bir parçası olarak algılayan ve kendini de öyle tanımlayan bir metropol siyasi hareketiydik. … İşte bu kadar!”
 
Kimseyi memnun etmek zorunda değilim
Verena Becker, RAF’ın mahkemede ifade vermeme tutumunu, 1980’lerin ikinci yarısında RAF’tan ayrıldığı halde sürdürdü. Ancak, bu davanın son duruşmasından önce ‘konuşma kararı’ aldığını açıkladı ve son duruşmada mahkemede bir metin okudu. Becker’in davayla ilgili okuduğu metnin bazı bölümlerinin çevirisi şöyle:
 
“İfademe başlamadan önce, Sayın Buback, açıklamalarımın kişisel olarak size karşı olmadığını, mahkemeye yöneldiğini bilmenizi isterim. Babanızı kimin vurduğunu bilmek istediğinizi anlıyorum. Bu soruya ben cevap veremem, çünkü ben orada değildim. Ama bugün size 7 Nisan 1977 günü nerede olduğumu anlatabilirim. 
 
Yanlış değerlendirmeler ve suçlamalar olmasaydı hakkımda bu dava açılamazdı.  Uzun süren yargılamalar boyunca hakkımda iddia makamı yanlış suçlamalarda bulundu ve ben bunu böyle bırakmak istemiyorum. 
 
80’li yılların ortasından beri ben kendi yoluma gittim ve bu zamana kadar da bu durum değişmedi. Savcılık hakkımda somut suçlamalarda bulunuyor ve ben de bunlara somut cevaplar vereceğim. 
 
Bilindiği gibi 1975 yılında hapisten tahliye olduktan sonra Berlin’den Aden’e gittim. Uzun bir süre, Avrupa’ya ne zaman döneceğim belli değildi. 1976 yılının temmuz ya da ağustos ayına kadar Yemen Demokratik Cumhuriyeti’ndeki Filistin Halk Kurtuluş Cephesi kamplarında kaldım. Orada var olanların katılımıyla elbette Federal Almanya’da yapılabilecek çeşitli eylemler üzerine konuşuldu ancak somut ve kesin bir karar alınmadı. Hele hiç kimse somut bir saldırı görevi ya da kararı üstlenmedi. Yaz sonunda ben Avrupa’ya gelmek için Yemen’i terk ettim.
 
3 Mart 1975’ten sonra bu dönüşe kadar ben Almanya’ya bir daha ayak basmadım. Benim 1976 ilkbaharında Almanya’nın Karlsruhe kentinde olduğum tanık bilgisi yalan. Bir kere ben Almanya’da olsam bile, o zamanki illegal durumum nedeniyle ve bizim yaşam gerçekliğimizin uygunluğu açısından, dışarından bakılınca tanınacak bir biçimde ortalıkta gezinmem mümkün değil. Ben zaten o dönemde söylediğim gibi Ortadoğu’daydım. Ayrıca, benim ömrümde ilk kez olay yeri Karlsruhe’ye gelişim yakalandıktan sonra oldu.
 
EYLEMDE ORTADOĞU’DAYDIM
Ortadoğu’dan döndükten sonra benim katıldığım iki büyük grup toplantısı oldu. Biri, 1976 sonunda S. Haag ve R. Mayer’ın yakalanmasından önce Harz bölgesinde oldu.  Orada da Başsavcı Buback’a saldırı konuşuldu ama hiçbir somut karar alınmadı. O toplantının en güçlü kararı Stamheim cezaevindekilerin kurtarılmasıydı.
 
Benim örgütteki görevim asıl olarak Ortadoğu ile ilişkileri kurmaktı. Savcılığın iddia ettiği ‘Paula’ kod adlı militan da ben değilim. Ayrıca, 1976 sonunda başsavcıya suikastla ilgili hiçbir somut karar ve hazırlık yoktu.
 
İkinci büyük toplantı ise, 1977 başında Hollanda’da gerçekleşti. Benim katıldığım bölümdeki toplantı konusu Ortadoğu ile olan ilişkilerimiz üzerineydi. Ben toplantıyı erken terk ettim çünkü başka bir randevum vardı.
 
Mart 1977’de benim için Ortadoğu’ya başka bir seyahat işi çıktı. Önce üç kişiydik ve benim iki arkadaşım benden iki hafta önce geri döndü. Ben Avrupa’ya tekrar 8 Nisan 1977’de ayak bastım. Bu gezi boyunca başka pasaportların yanında 'Stella Ratson' adına düzenlenmiş bir Kıbrıs pasaportu kullandım ve yasal yollardan girip çıktım. Avrupa’dan Ortadoğu’ya ve oradan buraya seyahat oldukça riskliydi ve oldukça dikkatli planladık. Yugoslavya üzerinden Roma’ya döndüm.
 
KİMSEYİ MEMNUN ETMEK ZORUNDA DEĞİLİM
Öte yandan Başsavcı Buback’ın 7 Nisan 1977’de öldürüldüğünü bilmiyordum; bilseydim, yüksek riske girmemek için daha sonraki başka bir gün gelmeyi planlardım. Roma’da planlanan buluşmayı gerçekleştirdiğimde olaydan haberim oldu. Beni eylemden önce ve eylemden sonra olay yerine yakın bir yerlerde gördüğünü söyleyen bütün ifadeler yanlış.
 
3 Mayıs 1977’de Günter Sonneberg ile çatışmada yakalandığımızda benim çantamda bulunan ve eylemde kullanılmış silahla ilgili söylenecek şey ise, yakın bir zamanda ben bu silahı bir başka ülkeye götürecektim. Bu silahla asla ateş etmedim. Zaten kanıtı da yok. Ayrıca diğer eylemler ve bu çatışmayla ilgili mahkeme kararları ortada ve ben aldığım cezaları da çektim.
 
Beni eylemde motosiklet kullanırken gören tanığın anlatımları başta olmak üzere, bütün tanık ifadeleri yalan. Ben ömrümde motosiklet kullanmadım.
 
Sonuçta şunu söylemek istiyorum: Benim hakkımdaki bütün spekülasyonlar 7 Nisan 1977’de benim saldırıya katıldığımı söylüyor. Üçüncü kişilerin ya da başkalarının ne dediğinin bir önemi yok. Benim dışarıya karşı sorumluluğum, bu açıklamada yaptığım şeylerin beni bağlaması kadardır. Başka da, benim geçmişimle nasıl hesaplaştığım ya da geçmişi nasıl değerlendirdiğim dışarıdan izleyenleri ille de memnun etmek zorunda değil. Dışarıdan bakanların beni kabul etmelerine gerek yok. Spekülasyonların hepsi yalan. Söylemek istediklerimin hepsini böylelikle söylemiş oldum…”