Altmışlı yılların sonunda “Yeni İstanbul”da gazeteciliğe başladığımda, geceleri bir yandan yazıların düzeltmelerini yapar, bir yandan da Murat Sertoğlu’nun eski yazıyla kaleme aldığı pehlivan tefrikalarını Latin yazısına çevirirdim.

Eski Galata Köprüsü altındaki Ümmü Gülsüm çayevinde de sık sık gördüğüm Sertoğlu, bir gazete sayfası dolduran tefrikalarının çoğunu, teksir kâğıtlarına evindeki çalışma masasında değil de, bu kahvehanede yazardı.

Yine aynı yıllarda Refii Cevat Ulunay’ın “Milliyet”teki yazılarının kimilerini Beyazıt’taki Çınaraltı kahvesinde yazdığına da tanık olmuşumdur.

Orhan Kemal’in de bir kahvehane düşkünü olduğu bilinir. O da Unkapanı’ndaki evinden sabahın erkeninde çıkarak ya Nuruosmaniye’nin ucundaki İkbal Kahvesi’nde, ya da Sirkeci’deki Meserret’te, kaleminin rızkını Bâbıâli’de arayanlardandı.

Yaşar Kemal ise roman yazma mekânı olarak otelleri tercih ederdi: Şile’de, Bolu’da, Antalya’da, kimi zaman da İsveç’te...
Kahvehaneleri değil de Batılı anlamda “cafe”leri seçen şair ise Attilâ İlhan’dır.

50 Kuşağının öykücülerinden Demir Özlü de “Cafe” müdavimlerindendir.

Bizim kuşaktan Süreyya Berfe ise ömrünün sabahını da, akşamını da kahvehanelere hasretmiştir.

Adresi bile bir tahta masalı bir kahvedir.

Kahveden sıkıldığı zaman da yaşadığı beldeyi hemen değiştirir.

Behçet Necatigil’in de yolda yürürken, kahvede otururken, durakta otobüs beklerken sigara paketi ya da otobüs bileti olsun, eline ne geçerse minik kâğıt parçalarına nice mısralar düşürdüğü, ancak ölümünden sonra anlaşılacaktır.

Yine Necatigil, “Evler”i konu alan ve bu başlıkla şiir kitabı yayımlayan bir şairdir de...

Diyeceğim, evler çoğu zaman romancıların sığınağı olmuştur.

Çünkü roman, uzun çalışma gerektirmektedir.

Bu yüzden olsa, gazetelerin şıpın işi tefrika yazarları ve aklına geleni hemen kâğıda dökmek isteyen şairler için evler pek tekin yerler değildir.

Ben de İstanbul’a ayak bastığım 1965 yılından beri nice ev değiştirmişimdir.

Evde yazdığım çok şiir olmuştur ama, ben de doğrusu pek mekân seçmem.

Fakat, Kemal Özer’in kiracısı olarak Aksaray Alemdar sokakta oturduğum evin özel bir önemi vardır hayatımda...

İki katlı bu ahşap ev, ben oturmadan yıllar önce, 50 Kuşağı’nın çıkardığı “a Dergisi”nin idarehanesi idi.

Benim ikamet yıllarımda ise bizim kuşağın neredeyse ortak bir mekânı oldu.


O ev yıkılıp gitti ama, duvarlarında hâlâ Ataol Behramoğlu’nun, Süreyya Berfe’nin, Egemen Berköz’ün, Mustafa Öneş’in, Nedim Gürsel’in, Nihat Behram’ın, Hüseyin Peker’in mısraları durur.

Ömrü yedi kırlangıcın ömrüne denk düşen Cemal Süreya, Kadıköy iskelesine en yakın bir sokakta oturmakla kendisine övünç payı çıkarırdı.

26 yılda 28 ev değiştirmişti ama, şiirlerini bu evlerde değil de Kadıköy kahve ya da meyhanelerinde yazmıştı çoğu zaman...

Benim ömrümse kahvelerden çok, meyhanelerde geçti diyebilirim.

Meyhanelerde yazdığım şiirlerse peçetelerde kalmıştır; Gürdal Duyar’ın kimi çizimleri, Semih Poroy’un kimi karikatürleri gibi…

Fazıl Hüsnü Dağlarca’yı mı sordunuz?

O da Kadıköy’de, iskeleye yakın kahvelerde yazardı şiirlerini...