SEFA

Mehmet Tepebaşı - Amsterdam

Neden bir yakınımız yaşamını yitirdiğinde hemen hep geçmiş düşünülür? Neden anılar birden yığılır insanın başına?

Hani belleğin bir düğmesi, bir çalıştırma mekanizması yoktu? Öyleyse kim ya da ne salar bunca anıyı gözlerimizin önüne?

Zamanın yönü hep ileriye doğrudeğil miydi? Bu evrende yaşadıkça zaman durmaz, hep ileriye doğru akmaz mıydı?

Öyleyse şimdi yaşadıklarımı nereye koyacağım, nasıl açıklayacağım?

Sefa yaşamını yitirmiş!

Zamanın herkese, her nesneye sunduğu hep ileri çizgisi, benim için kesintiye mi uğradı? Geçmiş neden bu günüme galip geliyor? Neden hep anılarla dünde, asla kabul etmemelerle bu anda çakılıp kaldım? Neden bugün, şu saat, şu an aklımda yanıtını bilemediğim soruları (artık yaşamadığını bildiğim halde) hala “dur bir Sefa’ya sorayım!” diye düşünüyorum? Neden aklıma ilk tanıştığımız yıllar geliyor hemen? 1978’in ortalarında, Adana’da tanıştığım o sevimli, gözleriyle gülüp, ışıklar saçan ufak tefek, yerinde duramayan asi genç geliyor gözümün önüne. Neden?

Kısa mı kısa bir aralığın, bir kaç günlük bir zaman diliminin yarattığı gerçeklik, tüm bilimsel tanımlamaların ötesinde, zamanda uzunluk ve kısalığın bir yanılsama olduğunu; aradan geçen 13 yıl sonra insanın kemiklerine işleyecek kadar soğuk bir kış gününde Sefa’yı yeniden gördüğümde hemen ikimizin de birbirimizi tanıyıp kucaklaşıp, bir saniye önceki kemiklerimize işleyen soğuğun yerini dost, yoldaş sıcaklığının aldığı o anda da kendisini ispat etmişti. Aynı anadan babadan olduğu için değil, ama kuşkusuz aynı renkli dünyalar çizmeyi amaçlayan o ulvi davanın (kardeş, yoldaş) çocukları olduğumuz için zaman bizim aramızda bir başka çalışıyordu. Bizim için soruların, nedenlerin yanıtı işte burada yatıyordu. Biz bir an tanışma ile otuz yıl birlikte mücadele etme arasındaki mesafeyi aynılaştırabiliriz. Bir anlık kucaklamayla, kırk yıl sırt sırta mücadeleyi aynı sıcaklıkta hissederiz. Zaman bir başka çalıştığı içindir ki, fiziksel olarak aramızda ayrılanları asla unutmayız.

Ama bazılarımız, tüm bilgilerimizin, bildiklerimizin ve algılarımızın da ötesine geçer. Bizi bile şaşırtır. Asla unutamayacağımız bir mertebeye ulaştığında anlarız ki, o bizim şirazemiz, zamanımızın herkesi şaşırtan düzenliğini sağlayan, entropiye uğramısını engelleyen temel unsurumuzmuş. Onun aramızdan ayrılması, bir başka etkiler bizi. Çünkü bizim yaşam alanlarımız, içinde oturduğumuz evler değil, sokaklardır, alanlardır. Nerede bir haksızlık, nerede bir zulüm, nerede bir ayrımcılık varsa orasıdır. Ve biz o özel insanları kaybettiğimizde anlarız ki, her zaman yanı başımızda gördüğümüz onlarla dolu, onlarla daha güçlü olmuşuz hep. Onlar aramızda çekildiğinde, alanlarda kaç kişi olursak olalım, o tıklım tıklımlılıkta bile büyük bir boşluk hissederiz. Onlar bize Prometheus Trajedisinin sadece bir mitolojiden kaynaklanmadığını gösterenlerdir. Trajedi doğru söylemiyor mu? Çamurdan yaratılmış, sadece köle olan yaratıkların içine konmuş kutsal ateşle ayaklanarak yürüyüşüne başlayan insan hikayesi, onlarla ete kemiğe bürünmüştür. İçlerindeki dinamik, her gösteride, her hak mücadelesinde, her karşı koyuşta var olabilme enerjisi, bitmez tükenmez devrim ateşi başka nasıl adlandırılabilir...

Sefa öldü!

Artık hiçbir eylem tam olmayacak. Hiçbir alan, hiçbir gösteri, buluşma tam olmayacak. Yeni Tekel Direnişlerinde, yeni Gezilerde, yeni 1 Mayıslarda; 21 Martta Amsterdam Dam meydanında, ırkçılığa ve ayrımcılığa karşı yürüyüşlerde, 18 Şubat Liman işçilerinin direnişini anma eylemlerinde ve daha adını sayamayacağım onlarca eylemde hep Sefa’nın yokluğu hissedilecek. Yaşarken bizim bile şaşırdığımız o müthiş enerjisini, ne olursa olsun her durumda kararlı duruşunu hep arayacağız. Hep anacağız. Ve asla unutmayacağız!