Selçuklu tarihinin başlarına baktığımızda çok naif bir tablo görürüz; sürülerine otlak bulmak için devlet kuran bir toplumsal grup vardır karşımızda

Selçuklu tarihinin başlarına baktığımızda çok naif bir tablo görürüz; sürülerine otlak bulmak için devlet kuran bir toplumsal grup vardır karşımızda. Şimdiki zamanın şehirlerinde bir Selçuklu tarzından söz edilse de, imparatorluk kuran bir kimlik evet, ama bu güç tarafından kurulmuş bir şehir gelmiyor aklımıza.

Şehir kurmak, yeni bir hayat kurmaktır. İmparatorluk kuran Osmanlı’nın sıfırdan kurduğu bir şehir yoktur. Tarihin önemli imparatorlukları, bu imparatorlukların kurucusu olmanın yanında, kurdukları şehirleri ile de anılırlar. Buna en genel ve en özet bir biçimde “Şehir kültürü” diyebiliriz.

Bizim popüler tarih söylemlerimizde sıkça yinelenen bir sloganlaşmış söz ve iddia vardır; Türkler devlet kurmakta çok yeteneklidirler. Bu söze atfen devlet kurma kültüründen bolca söz edilir. Hatta hızını alamayanlar, kurulmuş olan on altı Türk devletinden dem vururlar. Ki bu iddia, bu konudaki cehaletin ifadesidir, bu da ayrı bir konu. Devlet kurma kültürü iddiası, tamamen kıymeti kendinden menkul bir iddiadır. Tarihsel verilere bakıldığında, şehir kurmak konusunda sorunlu olunduğu görülüyor.

Osmanlı, şehirleri ve ülkeleri fetheder. Fetih sözcüğünün kök anlamı, açmadır. Bir kentin, ülkenin kendi egemenliğine açılması, yani ele geçirilmesi olarak anlam genişlemiştir. Yani kurulmuş olan şehirlere konmakta Osmanlı’nın üstüne yoktur! Şehirleri örgütleyen ise, Osmanlı’nın askeri gücünden çok, sivil iradedir. Yani vesayet teraneleri edenlerin hoşuna gitmese de, sağ muhafazakâr/milliyetçi ırkçı cephenin paradoksal bir biçimde övdükleri “geçmiş” aslında onların çizdikleri sınırın dışındadır. Onların çizdikler siyasal, sosyal ve kültürel sınır ise doğrudan güç ve vesayet merkezlidir. Şimdi her zamanki sahtekârlık ve ikiyüzlülükle vesayet eleştirisi yaptıklarına bakmayın. Aynısını yeni seçilen Çankaya zatı da yaptı. Çünkü bu sakız hâlâ işe yarar görülüyor. En az mağduriyet edebiyatı kadar!

İnsanoğlu kendini ve çevresini hep örgütler. Her topluluk içinde bulunduğu üretim ilişkileri ve üretim biçimine uygun toplumsal kuruluşu kurar. Yeni “bulunduğu” haberleri ile gündeme gelen Yağmur Ormanları insanları da buna dahildir.

Şehir kurup kurmamak bir yana, “iyi ki şehir kurdular” demek de tartışılır bir yan içeriyor: Çünkü şehir kurmak yeni bir hayat kurmaktır ama onu da iktidarlar kendileri için kurarlar. İktidarlar şehri enlemesine ve boylamasına kurarlarken, aşağıya doğru da kurarlar. Bu aşağısı, yeraltı su, elektrik şebekelerinden başka bir şeydir. En sofistike anlamıyla “yeraltını” da kurar iktidar. Bu konuda, Güney Afrika’da Apartheid sonrası çok yoğun güvenlik sorunu yaşayan ve yaşamakta olan Johannesburg örneği çok çarpıcıdır. Orada çarpışan iki iktidar, siyasal enstrüman olarak “yeraltının” oluşmasına en azından ihmali davranışla yol vermiştir. Zaten tarihsel koşullar da buna uygundu; siyasi iktidarı ele alan Siyahiler ile ekonomik iktidarı elde tutmayı sürdüren Beyazlar arasındaki iktidar savaşımında, iktidarların istikrarsızlık unsuru olarak yeraltı ve güvenlik sorunu çözülmemiştir. O ülkede yepyeni bir hayat kurulmasına karşın!

Mimari ile toplumsal üretim biçimi ve üretim ilişkileri ne denli bağlantılı ise (ya da, o denli bağlantılıdır ki!) o denli şehirlerle iktidar da bağlantılıdır. Şehrin sahibidir iktidar, yani hayatımızın sahibi. Bu sonuç bile başlı başına şiddeti içerir. Şehir bir şiddet ilişkisi profili sunar. Bu da demektir ki, iktidarın örgütlü şiddetine karşı muhalefetin her türlü şiddeti meşrudur!

Haftaya dize; ‘geceyi ölçüyorum yarama yetmiyor’(Osman Erkan, Bende Hüzün Şeker Nasıl Öyle, Favori Y.)