Burjuva toplumunda sermaye bağımsızdır ve bireyselliğe sahiptir, ama yaşayan insan bağımlıdır ve o bireyselliğini kabul ettiremez. (…) Sanat her zaman ve her yerde gizli bir itiraftır ve aynı zamanda kendi çağının ölümsüz bir hareketine karşılık gelir. (Karl Marx, alıntılar ve çeviri: Zahit Atam)

Müjdeci yeni bir belgesel yaptı, amaç Türkiye’de gösterim ve dağıtım sürecinde yaşanan tekelleşmenin eleştirisi ve bağımsız sinemanın Türkiye’de net olarak engellenmesini teşhir etmek ve yeni bir gösterim/dağıtım sürecinin başlamasına ön ayak olmak.

Net bir ihtiyaca karşılık geliyor belgesel, çok önemli bir soruna yoğunlaşmış durumda.

Türkiye’de sinema ve medya sektörünün yapılanmasına bakıldığında, sektörün bir üst aklı yok. Ne diyorsun sen? Erdoğan gibi konuşma diyenlere durumu anlatayım.

1948 yılında Hollywood’da anti-tröst yasası ile sinema sektöründe üretim ile dağıtım/gösterim sürecinin birleştirilmesine bir sınır çekildi: Kimi majör şirketlerin durumu ağırlaştı, karlılık oranları düştü, şirket birleşmeleri oldu ve sonuçta stüdyo sistemi terk edildi. Yapısal olarak yenilenmek zorunda kaldı ve özellikle 1960’larda stüdyo sistemi çok büyük zararlar ürettiği zaman ise sistem ‘68 sonrasında kendini yeniledi. Bugün gençlerin çok sevdiği Easy Rider gibi filmler, aynı zamanda yeni dönemin aranışlarına da cevap veriyordu. 1970’lerde Jaws, E.T., Star Wars gibi filmler yeni bir film öyküleme tarzı ortaya çıkardı. Hatta Türkiye’de Hollywood tarihini anlatan ahmakların fark etmedikleri büyük bir değişiklik oldu: Hollywood’da büyük oranda Kutsal kitap kaynaklı öykülerden ve ahlakçı önermelerden çıkış gerçekleşti, çünkü 1968 öncesi Hollywood’un büyük anlatıları en kısa haliyle Amerikan Sinemasının İncil dönemidir ve İncil’in de WASP yorumuna karşılık gelir. Oysa gerek Jaws ve gerekse ardından gelen filmlerin özelliği nettir: bunlar meta-metinlerdir, yani göndermeleri çoğunlukla İncil’e ya da klasik mitolojiye gönderme olmaktan çıkar, modern ve bireyci metinlere ve başka metinlere göndermelerle dolar. Bu arada çizgi romanlara, çocuk masallarına, klasik mitolojinin modern toplumsal olaylardaki iyi/kötü savaşlarına, modern-bireyci-fethedici ve ahlaki yönden Hristiyanlık dışı öğelerle şekillenmiş kötünün temsillerine daha çok yer verilir ve filmlerin merkezine genellikle asosyal, toplum dışı ve marazi karakterler girmeye başlar. Kötünün ve marazi olanın merkeze gelmesi, sistemin ideolojik etkisini aşındırır, toplumsal baba rolünü oynayan iktidar kimliğinin yıpranmasına yol açar. Bütün bunların olmasını sağlayan da Majörlerin yerine çok daha tekil fenomenlerin ve bireylerin sistemin merkezine girmesidir, sistem sistem-dışına kaçışla kendini yenilemiştir. Bunun üretim sürecindeki karşılığı sanayinin rolünün azalması, kolektivitenin kaybetmesi, esnek üretimin yerleşmesi, sosyal güvencenin aşınmasıdır. Majörlerin yazarlar da dahil, teknisyenler de dahil, herkesi maaşlı eleman olarak çalıştırma dönemi sona erdi ve sonuç olarak da filmler bittikten sonra tuhaf denecek kadar uzun jenerikler karşımıza çıkmaya başladı.

Bu nedenle stüdyo sisteminin yıkılması belirli şirketlerin kar oranlarını düşürdü ama bütün sinema sektörünün dünya çapındaki egemenliğini, dünya pazarındaki pazar payını ve Amerikan toplumu içindeki filmlerin etkisini artırdı. Giderek de teknolojik yenilenmeyle şirketlerin kar payları sinema salonundan çıkıp, tekil tüketim birimlerine ve seyirciden daha çok diğer şirketlerden alınan reklamlara doğru kaydı, eğlence sektörü tümüyle yeniden yapılandı. Kısaca Amerikan sisteminin yenilenmesinde ve ideolojik etkisinde büyük artışlar oldu, sistem kendini çok daha hızlı yeniledi ve toplam kar oranları arttı, yapım maliyetleri düştü ve en karlı ürünlerin büyük yapımlar olmasına ihtiyaç duyulmadığı görüldü.

O zaman neyi anlıyoruz? Anti-Tröst yasası anlamlı bir üst-aklın uygulamasıdır.

Oysa Türkiye’de sinema sektörünün belirleyenlerine bakıldığında: Sektörün yapılanması ve örgütlenmesinde düzenleyici bir faktör olarak 1. “üst aklımız yok”, 2. sinema sektörünün en karlı ve pazar payını artıracak şekilde yapılanmamıştır, 3. meslek birlikleri sektörü temsil etmez ve çalışanların haklarını korumaz, 4. Sektör uluslararası piyasaya açılacağı zaman meslek birliklerinden ve şirketlerden ciddi yardım almaz, sektörün kurumsal bir kimliği yoktur ve kurumlar ihracata göre şekillenmemiştir, 5. Sektörün başı yoktur ve kaotiktir ve üretimi boğar.

Sonuç: a) meslek birlikleri çalışmıyor, aklı başında raporlar hazırlamıyor ve sektörün sorunlarına çözüm aramıyor, b) Bakanlık sektörün yeniden yapılanmasında yasal ve kurumsal bir düzenlemeye gitmiyor, aksine sorun çözücü değil, sorun çıkarıcıdır. Meslek birlikleri ile bakanlığın etkinlikleri şahsi menfaatlerin düzenlenmesi için vardır ve ikisi de al gülüm ver gülüm şekilde, kimilerini ihya ederken, sektör tümden kaybediyor, en büyük kaybı ise toplam ihracat potansiyelinin mahvedilmesinde ve SEKTÖR ÇALIŞANLARININ AŞIRI SÖMÜRÜLMESİNDE ülke olarak yaşıyoruz. Türkiye’de hiçbir sektör üniversite mezunlarını çırak ve sosyal güvencesiz çalıştırmak üzerine kurulu değildir, sistemimizin özü ise budur.

Amaç ulusal filmlerin gösterilmesi ve işletilmesi değildir, yerli sinema ikincildir ve hatta hırpalanılacak, rahatlıkla kötü davranılacak, kötüye kullanılacak muamelesi görür ve aciz “ürün” olarak kodlanır. Sinema sektörü üretimi artırmaya, niteliği yükseltmeye ve ürünleri Türkiye’de gösterip ve uluslararası satışları yapmaya göre şekillenmemiştir. Sistemin düzenlenişi ve örgütlenmesi “halka ve sektöre” yabancılaşmıştır.

Türkiye’de filmlerin ihracatı yeniden yapılandırılmalı, kurulmalıdır, gelir artırılmadan gelir paylaşımını tartışmak genellikle sonuçsuzdur. Malını satamayan tüccarın kavgası bitmez. Bakanlığa satmak için sanat filmi yapmak utanılacak bir şeydir.