2014 yılı bitti. Umutlar yenide. Pek çok şeyle birlikte, Türkiye için “Sinemanın 100. Yılı” da geride kaldı. Kutlamalar yapıldı, sayılarla çene suyu kaynatıldı! Afişler asıldı, temaşa edildi.

Sinemanın bizim ülkede başlangıç tarihinin 1914 yılı olarak kabul edildiğini geçen hafta yazmıştık. Dünya için geçerli başlangıç tarihi olan 1896’da Lumiere Kardeşler Osmanlı İmparatorluğu’na da bir operatör göndermişler. Henüz konulu/kurgu filmler çağı başlamamıştır. Dünyanın dört bir yanına operatörler gönderilir. Oralardan elde edilen görüntüler seyircilere sunulur.

1896’da İstanbul’a çekim yapmaya gelen Aleksandre Promia, anılarında, bize çok tanıdık gelen bir olayı anlatır: “Osmanlı İmparatorluğu’na yaptığım geziye gelince, alıcıyı bu ülkeye sokmada karşılaştığım zorluğa başka hiçbir yerde karşılaşmadım. Abdülhamit yönetimindeki o dönemde kolla çalıştırılan her aygıt tehlikeli sayılıyordu. İmparatorluğun sınırlarından geçebilmem için Fransız elçinin araya girmesi ve kimi görevlilerin ellerine sanki yanlışlıkla tutuşturduğum paraları geri almayı unutmam gerekti.” (Rekin Teksoy, Sinema Tarihi)

Olay bize her yönüyle çok tanıdık geliyor. Türkiye’de sinemanın tarihinin “başlatılmasından” öncesine dayanan bu olay, bize bir tarih öncesi olay gibi görünmüyor. İlginç olan, İmparatorluğun sinemayla karşılaşması dünyayla aynı yılda, 1896’da olmuştur. Ama Abdülhamit’in ünlü kuşkuculuğu nedeniyle elektrik İstanbul’a geç gelmiştir. Bu yüzden,  İzmir ve Selanik elektriği de, sürekli sinema gösterimini de İstanbul’dan önce yaşamıştır.

100. yılı geri kalırken, pek çok sorun tarih öncesinden beri yerinde sayıyor gibi. Arada bir iki uluslararası ödül, milyonu aşan bilet satışı gözümüzü bir an kamaştırsa da, sinema ile sorun hep bir arada yaşamaya alışmışlar. Burada televizyona ve hele hele televizyon dizilerine hiç dokunmuyorum.

Sinemanın 100. yılıyla ilgili bir tanıtımda, yüzüncü yılda yüz adet filme ulaşma hedefinden söz ediliyordu. Yani, 2014 yılında yüz tane film çekilmiş ve bunlar için işletme belgesi alınmış olsaydı, keyfimize diyecek yoktu! Aslolan “100” sayısına ulaşmak. Gerisini boş ver. Peki bu kadar filmin gösterimi için uygun salon var mı? Salonu geçtik, teknik altyapı ne durumda? En önemlisi, bu alanı düzenleyen “Sinema Destek Yasası” ve “Sinema Genel Müdürlüğü” dışında hangi etkin kurumsal yapı var? Çünkü böylesi “stratejik” bir sektörde, devlet dışında, sektörün tüm ilgilerinin/sivillerinin oluşturduğu özerk kurumlar olmalı ki, dünyanın normal ülkelerinde olduğu gibi bir işleyiş gerçekleşsin. Bilgi ve veri ağıyla sinema alanını yönlendirsin. Üniversitelerden hükümete kadar, tüm yapılar arasında sağlanacak dinamik bir örgensel ilişki ve ağ ile bu yük kaldırılabilir…

Böyle bir çalışma, sorunları çözücü olduğu kadar, katma değer yaratan, yani dış dünyaya satış şansı olan filmlere yol açabilir. Bundan da önemlisi, sektörün teknik ihtiyaçları için pratik çalışmalar, akademik ve teknik eğitim ihtiyaçlarını belirlenir, bu yönde etkin çalışmalar yapılabilir.

Bunlar can sıkıcı ve uzun vadede planlamayla gerçekleştirilmesi olanaklı işler. Bunların yerine bas afişi. As her yana pankartı. Koy önüne, yüzüncü yılda yüz film hedefi. Kutlama da, film de tamam. Cumhurbaşkanı bunu duysa, dört çocuk yerine bu yılın hatırına belki yüz çocuk isterdi ya, Allahtan sinemayla sanatla arası pek yok. Ama zihniyet hep aynı: İçerik Hanya’da biçim Konya’da. Evet, yüzüncü yıl filmimizin gösterimi burada bitti. Mutlu sonu belki ikinci yüz yılda seyrederiz.

Haftaya dize; “Ölünce sular kadar büyük olursun” (Ahmet Ada, Taşın Sesi, Şiirden Y.)