Kritik olan bu: yalansız dolansız konuşmak. Hiçbir şeyi saklamadan tarihle ve insanla ve elbette polemik yaptığınız insanlarla yüzleşmek. Türkiye’de polemikler bu kadar kirli ise, sol içi polemikler abes ise çoğunlukla, sağcıların yaptığı polemikler ise insana “Allah aman” dedirtecek cinsten ise, asıl sorun burada çok açık, polemiklerin çoğu ikiyüzlüce yapılmaktadır. Bilmeze yatmak, belirli şeyleri söylenmez ilan etmek, itinayla ufacık tefecik şeyleri cilalamak, asıl meseleyi bilinmeze taşımak: bunlar ülkemizde bir gelenektir, utanılası bir gelenek. Polemik, insanın şerefidir, tartışırken dürüst olan insan asıl dürüsttür, yoksa fol yok yumurta yokken dürüstlük taslamak yiğitlik değildir.
Bunları niçin söylüyorum:
İki örnek vermek istiyorum: Yılmaz Güney ve Sinematek üzerinden.
Bu ülkede Yılmaz Güney’in yaşamında da, vefatının ardından da soğukkanlı ve yoğun tek bir tartışma olmadı, bir anlamda toprağımızda alınterinin ve yoksulun vicdanı olmuş bir insanın üzerine tartışamıyoruz, çünkü kirli bir düzenin insanlarıyız.
Sinematek üzerine de düzeyli ve çok boyutlu bir tartışma yapılamıyor, ama öte yandan tıpkı Yılmaz Güney gibi tarihin sessizliğine de bırakılamıyor, çünkü derin bir iz bırakmış.
Olgu aynı olgu, ama olgunun tümüyle yüzleşmek yerine, olgu üzerine ahkâm kesen yaklaşım ön planda ve elbette insanlar bir tür kendi kirlerini karşıtlarına yakıştırarak cevval bir tartışma yürütüyorlar, düşünmek yerine hırsını dindirmek sıradan bir edim çünkü.
Başta Halit Refiğ olmak üzere, Sinematek üzerine yazanları ele alırsanız, göreceğiniz çok açık, kendilerine bir hareket alanı açmak için Sinematek’e hücum ediyorlar, sinemamızın bir öz-bilincinin olmaması ve elbette ortak aklının bir türlü egemen olmaması nedeniyle, tekil hareket alanı özlemi giderek bir kürk beklentisine ekleniyor. Kürkü almak için iktidara yanaşmak ya da olmayan meydanların kahramanlığına soyunmak: düşünün, adam yönetmen, tarihin sınavından filmleri geçememiş, ne yapacak, hücum edecek. Adam kendi yaptığı filmlerin kusurlu olduğunu biliyor, ne yapacak, mazeret bulacak, ama sisteme bulmak yerine kolektif günah aygıtı olarak sinematek hedef haline geliyor.
Başka türlü yansımaları da var bugün: adam mesela festival pastasından pay almak istiyor, ne yapacak Sinematek’e saldıracak, İKSV büyük bir kurum çünkü, tabanı da var.
Mesela sağa yaranacak ya da bakanlıktan destek almak istiyor, ne yapacak, Sinematek’e saldıracak, çünkü Türkiye sinemasında sömürü var demiş ya da Türkiye’nin kültür politikalarına karşı çıkmış.
Yılmaz Güney meselesinde sorun çok daha farklı, ama bir yanı aynı yere çıkıyor: Adana’nın Yenice köyünden çıkıp Cannes’da son bulan bir yolculuk, Yeşilçam’da ancak mutlu son yalanıyla bezeli külkedisi masalında olabilir, oysa Cannes melodram mekânı değil, orada sanat konuşulur. Açıklayamıyor, o zaman başka bir şey devreye giriyor, “adi suçlu”, kabadayı, serseri şu bu. Gerçek şudur, yalnızca sinema sanatında değil, hem Sinematek hem de Yılmaz Güney Türkiye’de genel olarak sanat dünyamızda, toplumumuza “anne bak, kral çıplak” demiştir, ama iş orada kalmamıştır. Kralın adamları, dikkat buyurulsun, terzinin adamları değil, kralın adamları rezaleti ve onlara göre “söylenmemesi gerekeni” söyledikleri için uyanan ve düşünen insanları susturmuştur, onlar bizim kolektif suçluluk haritamızda önemli yerlere sahipler, dürüstlük ve yaratıcılık alanında masumiyeti korumanın bedelini taşıyorlar.
Niçin mi? Çok yalın bir çünkümüz var aslında, kolektif bir yadsıma geleneğimiz, kolektif suçlarımızla kirlenmiş bir tarih anlayışımız var, bir yerden sonra pek çok insan için bizzat kendi suçları doğruyu söyleyenlerin susturulması için o insanı militan haline getiriyor. Evet, tam da bu insanlar için, Sinematek ve Yılmaz Güney birer temizleyicidir, ama temizlik yaparken suç işlemişlerdir, ne midir suçları? Bu toplumun kirli çamaşırlarını toplumun huzurunda yıkamak, kir ve pas görünür hale gelmiştir böylelikle, oysa kamu vicdanında ve halk nezdinde biz temizdik, kaynaşmış bir millettik, sınıfsız ve sömürüsüzdük, masallarımızı seviyorduk, şu bu.
Bu anlamda yarası olan iki seçenekle karşı karşıyadır: vicdanı önünde hesap vermek, itiraf etmek ve arınmak için yolunu değiştirmek. Ötekisi ise kendisine kirli bir oyunun parçası olduğunu söyleyenlere oyun etmek, aynı tas aynı hamamda yaşayıp gitmek, ikinciyi seçenler genelde büyük çoğunluk olduğu için, kolektif suçlu imgesini ters yüz edip saldırmak sıradan ve yaygın bir davranış olmuştur.
Nijat Özön çok güzel söylemişti: Batıda kralın sayın muhalefeti, Doğuda Padişahın Dalkavuğu makbuldür diye. Sinematek biat etmeden isyanı sözlendirdi, sonuçta hep birlikte hayatımızın kirli bir oyunla iktidarı yeniden üretmenin vasıtası haline geldiğini anlamış olduk, elbette ki kimileri ben oyunu oynayıp bana düşen telif bedelini almak isterim diyecek, sonra ne mi yapacak oyuna laf edene saldıracak. Anlaşılmayacak bir şey yok durumun kendisinde, çelişik bir durumda yaşıyoruz çünkü.
Hayatımızın içinde Yılmaz Güney’in toplum içindeki rolünün aslında herkesin kendinden kaçacağı yerlerde onlara suretlerini çıplak gösteren bir ayna olmak olması elbette bir rahatsızlık kaynağı olacaktır. Dikkat buyurulsun, Yılmaz Güney karşıtı kampanyalar hep çok kirli dönemlerde hem de zaten kirli insanlar eliyle yürütülmektedir, başka yolu olsaydı onu da bulurlardı, çünkü çok güçlü bir ihtiyaç insanın kendini haklı çıkarmak için gerçekliği çarpıtması.
Böylesi durumların en acı tarafı şudur: aslında her zaman böylesi kampanyalar küçük çıkarlar ve medetler için yapılır, ama fiiliyatta ise insan olarak en değerli yönlerimiz kirletilir, kaçınılmazdır. Kötü olsun samimi olsun, burada da şiarımızdır, çoğu durumda samimiyetsizlik genel bir durum ise, o zaman bunlara yalnızca “siz de kim oluyorsunuz” demek yetmez, yapmamız gereken durumu en yalın haliyle ortaya koymak, peki nasıl yalınlaştıracağız?
Bu konuyu en iyi anlatan insan bildiğim kadarıyla Einstein idi: “yalın anlatamıyorsan, iyi bilmiyorsun demektir” anlamına gelen sözünden bahsediyorum. Bu anlamda tarih içinde Sinematek’e saldıranlar ve Yılmaz Güney’den hazzetmeyenlerin ortak noktası nedir?
“Türkiye’de sınıflar teşekkül etmemiştir.” (1)
“Bizim kültürümüz batıdan üstündür.” (2)
“Biz dünyayı yönetmiş bir milletin ahfadıyız.” (3)
“Biz batıdan farklıyız, batı yozlaşmış bir millettir.” (4)
“Yalan söylediğimizde, kendimiz için değil, milletimizin kendi şuurunu kazanması için söylüyoruz, hangi millet söylemiyor ki?” (5)
Gelecek hafta bu tezleri Yılmaz Güney ve Sinematek açısından inceleyeceğiz, çünkü Güney’in ve Sinematek’in bu tezlere yanıt vermeye çalışırken yolları kesişmişti.