1982 yılında başlamıştı, yani daha Kenan Evren Cumhurbaşkanı, Turgut Özal başbakan olmamıştı, hapishanelerde tam boy işkenceler devam ediyordu

1982 yılında başlamıştı, yani daha Kenan Evren Cumhurbaşkanı, Turgut Özal başbakan olmamıştı, hapishanelerde tam boy işkenceler devam ediyordu, Yılmaz Güney’de daha bir iki ay öncesinde Cannes’da Altın Palmiye almıştı, işte o zaman Uluslar arası İstanbul Sinema Günleri yola çıktı.

Bu yıl 30. yaşına bastı, festivalde 30 yıl iki özel gösterimle bu tarihi keşfetmek için öne çıkıyor.

Biri eleştirmenlerin seçkisi, diğeri ise yönetmenlerin. Çığlık, Güz Sonatı, Yabançilekleri, Dantelci Kız, Çöl İşaretçileri, Rüzgâr Bizi Sürükleyecek, Kanlı Düğün, Mefisto, Andrey Rublev, Söz, Ayna, Avrupa… Görmediklerinizi listenize ekleyin, hakikaten sinema tarihinde yeri olacak denli iyi filmler.

Genel olarak festivalden film önerileri yapmak yerine festivalin tarihine yolculuk yapmak, tarihsel kökenlerine gitmek daha anlamlı olur. Kanlı tarihimizin kanlı konularından biridir çünkü.

1960’lı yıllardan başlamak gerekir, sinemanın ülkemizde pek de sanat kabul edilmediği yıllara yani. Öyle ki tiyatro sanatçılarımız bile kendilerine yapılan sinema önerilerine sıcak bakmıyordu, örneğin Tuncel Kurtiz’i Yılmaz Güney neredeyse zorla, zorla dediğimiz ise, arkadaş hatırını kullanarak sinemada oynamaya götürdüğünde, Kurtiz kendini misafir oyuncu olarak görüyordu. Bunun en önemli nedeni, aslında sinemamızın içinde bulunduğu ikili çatışmadır: birincisi sanatçılarımız kendi filmlerini yapamıyorlardı, çoğu da yeteneksizdi, ikincisi ithal edilen filmler ekseriyetle Hollywood’un çöplüğündendi. Elbette bunu tamamlayan ise seyircimizin biraz fazla yontulmamış film tercihleri idi.

Bu yıllarda Paris Sinematek’inde seyrettiği Yabançilekleri ile sinema sanatını keşfeden ve aşık olan Onat Kutlar, sanata bir hayli düşkün bir büyük burjuva Şakir Eczacıbaşı’nın işbirliği ile Paris’te yapılan uzun ikna turları sonucunda ülkemizde 1965 yılında Sinematek kurulduğunda, Halit Refiğ bu girişimi CIA ajanının o yıl İstanbul’a gelmesiyle ilişkilendirerek yanıt verdi, aslında sektördeki pek çok insan daha sonra bu uslamlamaya yakınlık gösterdi. Gerçek şu ki o yıl önemli bir CIA ajanı Türkiye’ye gelmişti, çünkü bu aşağılık yaratık Türkiye ve Ortadoğu sorumlularından biriydi. AP ile diğer sağ partileri birleştirmek için, yani seçimler için gelmişti, CIA’yi kaygılandıran ise hem CHP’nin ortanın soluna yönelmesi, ama bundan daha önemlisi ise Türkiye’de sokaklarda Türkiye İşçi Partisinin sloganlarının yankılanmasıydı. Bununla Sinematek arasında bir bağ olmadığı gibi, daha da önemlisi, asıl paradoksta buradaydı, aslında başından itibaren Türkiye’de sağ partiler ile Amerika’nın arası sağın yelpazesi fark etmeksizin her zaman iyi oldu ve sola karşı hep işbirliği yaptılar. Zaten Demokrat Partiden itibaren aslında sağ ülkemizde önce Amerika’dan icazet alır, daha sonra siyasete soyunurdu, bu kural AKP ile de değişmedi, Türkiye’de sağın bir geleneğidir, önce beyaz sarayda el öpme kuyruğuna girerler.

YILMAZ GÜNEY: SEKTÖR İLE SİNEMATEK ARASINDA

İşte o Sinematek 1980 yılındaki darbeye kadar, elinden geldiğince ayakta kaldı, gösterimler yaptı, tartışmalar düzenledi, dergi çıkardı, içlerinden bazıları yapımcı oldu, bazıları senaryo yazdı, ama genel olarak Yeşilçam’a muhalefet ettiler. Bir gelenek olarak Türkiye’de sinemanın halkçı olmasını, onu sosyo-politik, estetik ve –en önemlisi- hümanist açılardan eğitmesi ve geliştirmesini talep ediyorlardı. Sinematek ile Yeşilçam’ın yapısını sürdürenler arasında her zaman bir karşıtlık oldu, bir tartışma devam etti. Ama gelin görün ki iki kanadı birleştirmeye çalışan her zaman birisi olur, çünkü böylesi karşıtlıklar da her zaman doğrular kadar eksik söylenenler de vardır. Bu karşıtlık büyük oranda Yılmaz Güney ile herkesin kendini yeniden tanımlamasına yol açan gelişme ile gerçek anlamını buldu.

Çünkü Güney bir anlamda sektörün en önemli aktörlerinden birisiydi, diğer yandan ise Sinematekte film seyreden ve halkçı filmler yapmak isteyen birisiydi, halkına bir şeyler verebilmeyi kesesinden önce düşünebilen bir sanatçıydı.

Yolların kesişmesi Umut filmi ile oldu: bir ucu Cannes’dadır Umut’un, bir ucu Adana Bölgesinde tam bir sinemasal olay olmuştur, ama diğer ucunda Türkiye’nin büyük üniversitelerinin kampuslarındadır, çünkü öğrenciler sansürden geçmeyen bu filmi kendi koşulları ve dayanışmaları ile hep birlikte yasalara karşı sivil direnişle göstermekteydiler.

Türkiye’nin o yıllarında sansürün aldığı garip kararlardan birisi, gerçek anlamda önemli filmlerin ülkemizin dışında festivallerde yarışmak dâhil, gösterilmesini özel olarak yasaklamaktı, saçmadır ama o zamanlar hemen her önemli filmin başına gelmiştir.

UMUT’LA BAŞLAYAN BATIYI FETHETME ÇABASI

Bu anlamda Umut ile başlayan sinemamızın dünyaya açılması ve yeniden yapılanması Yeni Türkiye Sinemasını doğurmuştur. Ama bu, bildiğiniz yeni sinema değildir. Çünkü aslında Türkiye’de ilk Yeni Sinema 1970’lerde ortaya çıkmıştır, art arda dünya festivallerine gitmeler, çeşitli ödüller, genç ve tutkulu sinemacıların film yapma çabaları derken, sinemamız bir çehre değiştirmek üzereyken Türkiye’de biraz aşırı sağcı, aşırı otorite düşkünü, yalaka düzeyinde Amerikancı bir darbe yapıldı çünkü. Darbe sonrasında hem Sinematek kapatıldı, hem de Yeni Türkiye Sinemasının yönetmenlerinin istedikleri filmleri yapmaları bir güzel engellendi, bu açıdan aslında Festivalin başlangıç yılıyla Yılmaz Güney’in vatandaşlıktan çıkarılmasının aynı yıla denk geldiğini belirtmek isterim. Örneğin, Berlin’den ödülle dönen Erden Kıral’ı Havaalanında kalorifer peteklerine kelepçelemişlerdi. Yol filmini hem çekenler hem de çekmeyenler mahkemede aynı cezaya çarptırıldılar, SİNESEN’in kurucuları ise idamla yargılandılar vs.

Dolayısıyla, aslında sinemamız bir tür babasız ya da rejisörsüz kalmış olmuştu: Gençler bu ortamda Festivali bir ana kucağı olarak gördüler, orada sinema salonlarında oturup babanın yollarını gözlediler ya da yönlerini bulabilecekleri, kendilerine yol gösterecek “babaları/rejisörleri” aramaya başladılar ya da onların yollarına gül dökerek, içtenlikle seyrettiler. Bu anlamda İstanbul Film Festivali, babalarına/rejisörlere inanan, onların anlamaya çalışan, ideal olarak gören gençlerin yetişip yaklaşık 15 yıl sonra üretime geçmeleri sürecini tetikleyen, Yeni Sinemanın Kurucu yönetmenlerine ana kucağı olara hizmet etmiş, kendilerini güvende hissettikleri, babasızlığın acısına karşı sığındıkları bir merkez olmuştur. Yeni Türkiye Sinemasının kuruluşunda temeller işte o sinema salonlarında atıldı. Bu yüzden yeni sinema hem travmatiktir, çünkü iktidarın korkunç şiddetinden ve dar görüşlü ideolojik önermelerinden kaçıyordu, hem de statüko ile uzlaşmazdır, çünkü buldukları babaların söylemi buydu, hem de anlam-ve-değer aranışı içindedirler, çünkü büyüdükleri dönemde bütün değerler, ahlaki önermeler kirleniyordu.

Türkiye’de sinemanın dışa açılmasının nedenlerinden birisi, bu anlamda zaten babalarından dolayıdır, diğeri ise halkımızın yeni sinemanın filmlerini pek bir soğuk karşılamasıdır. Ama asıl önemlisi, yeni sinemanın teknik olarak kendini yenilemesi, estetik olarak ise Avrupa’nın içine girdiği büyük etik/estetik/felsefik kriz, ardından gelen izleyiciye tesir etmeyen, inandırıcılık bunalımı yaşayan filmlerine karşı insanın içine tesir eden yaşamsal özellikleridir. Denilebilir ki yeni sinemanın yönetmenleri gerçekten baskının insanı içe gömdüğü, yalanlara karşı bir savunma refleksi olarak sorgulayıcı tavrı nedeniyle, insan ruhunda sarsıcı olmayan her şeye karşı çıktıkları için, ilk önce inandırıcılık ve tesir sorununu çözmeyi amaçlayarak yola çıkmıştır.