Memleketin bir çobana ihtiyacı olup olmadığı konusunda kamuoyu ikiye bölündü. Bir bölüm “biz koyun muyuz” diye alınganlık gösteriyor, toplumun diğer bir bölümü ise kendinden çok çobanı seviyor. Bir şey kesin ki bu konuda bölünmüş durumdayız.
Bizi çıkmaza düşüren çoban ve sürü metaforu ötesinde düşünebilir miyiz? Geriye ne kalıyor ki? Açıkçası aklıma bir tek köpek geliyor; öyle ya her çoban ve sürü hikayesini tamamlayan bir de köpek var.

Lakin köpek bir horlama ifadesi olduğundan pek yardımı olacak gibi görünmüyor. Şimdi sorsak millete, köpek olmak ister misin diye, muhtemelen dayak yeriz. Ama ben kriz dönemlerinde farklı düşünülmesi gerektiğine inandığımdan bu köpek meselesini biraz zorlamak istiyorum. Yine kriz dönemlerinin kendisinden pek bir şey çıkmadığından bir miktar gerilere gitmekte yarar görüyorum.

Eski Yunan’a gideceğim. Büyük İskender’i hepimiz biliyoruz. Ancak Sinoplu Diyojen’i aynı derecede bilmiyoruz. Aslında Sinoplu’yu İskender’le olan “ağız dalaşlarından” hatırlayabilirsiniz; hani İskender’in “dile benden ne dilersen” açık çekine, “gölge etme başka ihsan istemez” diye geri çeviren “deli filozof” var ya, işte o Sinoplu Diyojen!

Diyojen‘in İskender’le olan tek diyaloğu bu da değildir. Bizde pek merak uyandırmasa da bizzat İskender’in kendisi, adını duyduğu bu “deli filozofu” merak edip, ayağına kadar gitmiş, tanışmak istemiştir. “Selam, ben imparator, Büyük İskender” diye kendisini tanıttığında, aldığı yanıt ilginçtir; “Selam, ben de Diyojen, Köpek Diyojen”.

Antik Yunan’da da köpek vasıflandırmasının pek iyi bir yerinin bulunmadığı düşünüldüğünde, Diyojen’in kendisini niçin böyle tanıttığı açıklama gerektirir. Diyojen’in ki felsefi bir duruştur. Diyojen daha sonra köpek anlamına gelen siniklik ile ifade bulan bir akımın kurucu isimlerden biri olarak kabul edilecektir. Bu akıma göre, gerçek mutluluğu getirebilecek tek şey dürüstlük ve erdemliliktir. Bu ise dünya nimetleri, şan ve şöhretle araya mesafe koymayı gerektirir.

Sinoplu’ya dünyada en değerli şey nedir diye sorulduğunda, “ifade özgürlüğü” diye yanıtladığını biliyoruz. Tam da bu nedenle Büyük İskender’de dahil olmak üzere kimsenin koruması altına girmemiştir. Oysa aynı ya da yakın dönemlerde yaşayan Platon, Aristoteles, Sokrates gibi felsefecilerin hepsi bu tür korumacı ilişkileri önemsemişlerdir; örneğin Aristoteles Büyük İskender’in gençlik döneminde ona hocalık yapmıştır.

Onların tersine Sinoplu Diyojen iktidar sahipleriyle mesafeli olmayı seçti; Yaşamının büyük bölümünü Atina’da evi olarak kullandığı bir fıçıda ve sefilliğe yakın koşullarda yaşadı. Parayla da arası hiç iyi olmadı. Saraya, ihtişama ve dünyevi olana mesafesi düşündüklerini özgürce söylemesine izin verdi.

Dahası, bu “delilik hali”, sanılanın tersine ona özel ve saygın bir konum sağladı. Birincisi iktidar sahipleri karşısında gerçekliği söyleyebilme cesareti onu toplumun vicdanı haline getirdi. Dahası beklenenin tersine, onun dikkate almadığı Büyük İskender gibi seçkinler gözünde de Diyojen, erişemedikleri bir “arzu nesnesi” olarak kaldı. Tam da bu nedenle, Diyojen’le Büyük İskender arasındaki “ağız dalaşı” bittiğinde, İskender çevresindekilere dönüp, “ Eğer Büyük İskender olmasaydım, Diyojen gibi olmak isterdim” dedi!

Sinoplu Diyojen’i tarafsız olduğunu iddia eden bir televizyon programında arz-ı endam eden kolaylaştırıcı, akademisyen ve siyasi figürlere bakarken düşündüm. Bu topraklarda doğup kendisine köpek diyen Sinoplu Diyojen’in mezar taşında “bronz bile zamanla eskir, Diyojen’in şanı sonsuza kadar yaşayacak” diye yazılmış.
Bu fiyakalı beylerinkinde ne yazacak acaba?