Hastanedeyim. Avluda genç bir kadın adeta sayıklayarak dolanıyor: “Şirin öldü, Önder nefes alıyor. Şirin öldü, Önder nefes alıyor. Şirin öldü, Önder nefes alıyor.” Bütün gün sürüyor sayıklaması. Gündüz kâbusları görüyor. “Şirin öldü, Önder nefes alıyor…” Bazı yaraları saramaz zaman. Bazı acıları dindiremezsiniz ne kadar ağlasanız da. Gözyaşlarınız o yaralara, acılara dokunamaz bile.


Alandayım. İnsan parçaları içinde yürüyor bir kadın. Yüzünde şefkatli bir tebessümle kapatıyor ölenlerimizin gözlerini teker teker. Kendi oğlunun gözlerini de koca bir halk kapatmıştı şefkatli elleriyle. Mağrur adımlarla yürüyor kan gölüne dönmüş meydanda. İnsanlar kaçışırken oraya buraya, o, kimselere değmeden buluyor ölüleri birer birer. Bazı yaraları ancak onu tanıyanlar kapatır. Çığlığı bakışlarında, ana yüreği içine kanaya kanaya kapatıyor genç ölülerimizin gözlerini Berfo Ana. Ölülerin içinde kendi oğlunun gözlerini arıyor. Hepsi oğlu, hepsi kızı gibi bakıyor ona son bir defa. Oğlunun yokluğunu kapatır gibi kapatıyor şefkatli elleriyle ölülerimizin gözlerini. Bazı acıları ancak onu çekenler sağaltır. Berfo Ana sis, kan ve çığlıklar arasında geliyor alana.


Morgdayım. Kapısında görmediğim, bilmediğim ama aynı kavgada aynı yürek rahatlığıyla ölüme gidebildiğim insanlar durmakta. Az ötede yarım bir ceset torbası, az ötede bir kapı, az ötede soğuk, az ötede buzlu çekmeceler… Ve sus diyorum. “Sus bomba sus/ Düştüğün yerde sus/ Dağ gibi yiğidim, zeybeğim, yoldaşımsın/ Oğlum, kızım, yüreği sinesine sığmayanımsın/ Buzlu çekmecelerde kız, buzlu çekmecelerde erkek…” Yanı başımda bir nefes kulağıma fısıldıyor. “Şirin öldü, Önder nefes alıyor. Nefes alıyor Önder, ölmedi o.” Hastanedeyim. Yerdeyim. Dizimde bir yoldaşın başı. Nereden geldim, kimdir bilmiyorum. Berkin gibi eriyorum. Ali İsmail gibi bağırıyorum “Yapmayın öldük”. Bazı acılar fazla insana. “Bana baktı kardeşim, bana baktı. Gözlerini dikip bana baktı”. Bazı acıları gözyaşları dindirmiyor. Ağlamak kâr etmiyor. Ve sisler arasında, ceset torbalarının içinden çıkıp geliyor Maraş’ta gözleri tornavidayla oyulup öldürülen Cennet Nine. Alıyor dizimdeki başı bağrına basıyor. Kimi yaralar ancak bağra basmakla sağaltılıyor.


Alandayım. Kopan bir elim. Tutan bir elim. Anlamaya çalışan bir elim. Kopuyorum bedenimden. Dünyayı yokluyorum ellerimle, ellerim yok. Ellerim bana yabancı. Ayaklarım bana yabancı. Bedenimden kopan parçaları toplamaya çalışıyorum. Bedenim bana yabancı. Sırtında çuvalıyla beliriyor kan, irin ve et kokan bu alanda İbrahim’in babası. Bazı yaraları ancak onu bedeninde taşıyanlar tanır. Oğlunun bedenini parça parça vermişlerdi de onu sırtına alıp gitmişti Diyarbakır zindanlarından. Şimdi yerde yatan parçalarımı topluyor yeniden oğullar ve kızlar yaratmak için. Topluyor usta elleriyle.


Alandayım. Sivas mı burası? Bu acı oradan mı hatıra bana? Öyleyse neden ateşi yakmıyor beni, dumanı boğmuyor? Aynı ateş ve aynı duman içinde neden hâlâ ayaktayım? Hayatta kalmanın buruk sevinci, utancı… “Şirin öldü, Önder nefes alıyor” diye dolaşıyor bütün gün o genç kadın… Kerbela mı burası? O alanda parçalanmış kadın Zeynep miydi, Yezid’in önüne çırılçıplak çıkarılan. O haliyle bile Yezid’in korkusu olan. Kim kapayacak gözlerini onun? Duman ve ateş arasından çıkıp geliyor, gülümsüyor Hüseyin. Kesik başı ve 33 kılıç yarasıyla gülümsüyor. Gözlerini kapatıyor Zeynepi’nin.

Gülümsüyor. Ancak iyiler güler biliyorum. Katillerse sırıtırlar. Çünkü gülmek yalnızca insana mahsustur…


Neredeyim ben? Evlatlarını kaybedenlerin, bulamayanların ağıdı mı bu ağıt. Bu ağıt nerden geliyor… Kıyıcılar mı geldi yine? Satırları, süngüleri, bombaları, tüfekleriyle yine kıydılar mı bize. Yine kara kara trenlere mi yüklediler gençlerimizi? Sürgüne mi gidiyorum, sürgünden mi dönüyorum? Neredeyim ben?


Kulağımda bir ses, gece gündüz fısıldıyor: “Şirin öldü, Önder nefes alıyor…”


Dünyanın gözlerini ellerimle kapıyorum…


*Ata Önder Atabay artık nefes almıyor. Dün kaybettik.