Sosyal medyanın bu karmaşanın nabzını tuttuğu çağda hepimiz her an ötekileşebiliriz. Bunun için hesaplaşmak lazım düzenle ve tüm düzenleyenleriyle. Saflaşmadan hesaplaşma, anlayış, şefkat lazım.

Sosyal medyadaki gerginliğe psiko-politik bir bakış

Nesli Zağlı

Türkiye’de sosyal medyanın bir kutuplaşma, linç ve hesaplaşma arenasına dönüşmeye başlaması yeni değil. Daha yenice olan durum ise konu başlıklarının git gide daha ciddi ve ağır hale gelmesi. Örneğin, önceleri çiçek yetiştirme ile ilgili bir Facebook grubunun altında bile sardunyanın daha çok güneş mi, gölge mi istediğine dair zıtlaşmalar olabiliyordu. Bunları zıtlaşma olarak adlandırıyorum bilerek çünkü bu bölünmüş savunmalar gerçek hayata dair bir kutuplaşmayı anlatır nitelikte değildi.

Katılır mısınız bilmem ama son iki yılda depremlerin, yangınların, pandeminin, adalete ve değerlere yönelik ağır tehditlerin ve özellikle de dev gibi büyüyen ekonomik çöküşün etkisiyle sosyal medyadaki kutuplaşmalar daha yaygın bir nitelik kazandı. Bu kutuplaşmaların, sosyal bir linçe erişmesi ise hiç de uzak bir ihtimal değil. Bu yazıda sosyal linçten ziyade, sonu gelmeyen hassas tartışmaların yarattığı gerginliğin psikolojik arka planından bahsedeceğim. Sosyal medyada linç konusunu dört sene evvel BirGün Gazetesi Pazar Eki’nde yazmıştım (https://www.birgun.net/amp/haber/sosyal-medyadaki-linc-kulturu-nun-kokeni-210274).

***

Sosyal medyada şu anda her konu başlığı bir kıvılcım potansiyeli taşıyor. “Ortam çok gergin, herkes çok gergin” karikatürü gibi geliyor bana. Elimde elbette niteliksel veya niceliksel bir veri yok. Sadece sık sık kendimi bol linç içeren paylaşımların altındaki yorumları okurken buluyorum. Bu insanlar her şeyin bu kadar darmadağın olduğu bir düzende ne düşünüp, ne hissediyor ile ilgili bir merak. Şunu anladım ki lavabo en iyi cifle ovulur desen, bunun ucu Siyonizm’e bile gidebilir. Hele konu Gezi davası ve yargılamaları gibi, mülteci sorunu gibi ana damar mevzular olunca sosyal medya kullanıcıları gerçek bir uçuşa geçiyor. Anonim veya gerçek hesap olsun, bir insan bu cümleleri nasıl düşünür de yazar diye düşündürtecek gündemler yaratılıyor. Uzunca bir dönem, sarf edilen her ifadeye bir yanıtı olan insanların “trolleme” derdinde yandaşlar olduğunu varsayardım. Ama gerçek durum bu değil. Bunun bir örneği de geçtiğimiz günlerde Türkiye’nin gurme gurusunun, saygıdeğer bir gazeteci/ programcı ağabeyimiz tarafından duyarsızlıkla suçlanmasıyla yaşandı. Bu olaya kişisel bakışım karışık, o kadar aç insan var diye saat başı iç geçirirken baharata uzanan yol belki benim için de biraz şaşırtıcı. Ama yine bu son haftalarda anladım ki, sosyal medyadaki bir duruma tepki vermek için “dürtüsel, hassas, kırılgan” olmaya gerek yok. Mesela, biz de birkaç ruh sağlığı çalışanları olarak, kendimizi “çocuklara yüzme öğretmemek istismardır” diyen bir uzmanın, bu keyfi yaklaşımını eleştirmeye çalışırken “engellenmiş” bulduk. Kısacası hiçbirimiz sosyal medya üzerindeki linçe uğrama ve linçe uğratma süreçlerinden muaf değiliz.

Hal böyleyken sorulacak epey soru var ama “Biz neden gerginiz?” bunlardan biri değil. Çünkü bu ülkede yaşarken insanlar, onları en iyi neyin delirttiğini biliyor. En temel ve en önemlisi ekonominin ters şahlanarak dibe çok sert dalışı. Gerçekten de 27 ülkenin dahil olduğu global bir araştırmada, Türkiye halkının en kaygılı olduğu konu yüzde 80’e yakın oranda enflasyon bulunmuş. Hani şu yedi ceddimizin izini silebilecek olan iklim krizini ise halkın yalnızca yüzde 8’i umursuyormuş. Bu bana, “Seni neyin kaygılandırdığını söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim” mantığını çağrıştırıyor. Bu ülkede her şey akut ve alev alev yaşanıyor. Böyle olunca da sosyal medyanın başına geçen sıradan bireyler, troll bireyler, örgütlü bireyler, içinde bulundukları ateşli halin etkisinde yazıp yazıp paylaşıyor. Sosyal medyadaki gerginliğin en büyük nedenlerinden biri bu “havale” hali. Burada kastettiğim gerginliği sosyal medya aktarımları aracılığıyla yatıştırma halinin, direk olarak toplumda infial yaratan psikopolitik bir alt yapısı olduğudur. Amaç agresif dürtüyü kimi zaman rasyonalize/entellektüelize ederek (bazen de onu bile yapamayacak kadar ilkel dışavurumlarla) yatıştırmaya çalıştırmak. Bu bireysel tepkiler elbette kişinin kendi psikodinamiklerinden de köken alabilir. Ancak sosyal medya üzerinden, toplumun en hassas konuları hakkında ahkâm kesmek sadece bir “aktarım” niteliği taşımaz, kuvvetle muhtemel toplumun o dönemde içinde yaşadığı tüm kaygıların, korkuların, mitlerin, spekülasyonların, komplo teorilerinin de izini taşır.

***

Buraya kadar sosyal medyada gittikçe artan gerginliğin, sosyal ve toplumsal yönlerine dikkat çekmeye çalıştım. Ama yukarıda da belirttiğimiz gibi, sosyal medya aktarımlarımızda bireysel süreçlerin de rolü var. Klasik psikanalizin dürtü odaklı yaklaşımı, “agresyonu” önemli bir noktaya yerleştirir ve uygarlıkların oluşması içinde agresyonun ve cinselliğin de olduğu dürtülerin entelektüelize edildiği varsayımı vardır. Bu çok temel ve net bir bilgi ve tahmin edersiniz ki 21. Yüzyılın neredeyse çeyreğini devirmişken hâlâ şiddet ve cinsel içerikli bilginin açık ara bir hızla yürümesi şaşırtıcı değil. “Her yer şiddet, her yer cinsellik” çünkü. Bunu görmek benim için anlamlandırmaya yetmiyor. Bireysel sosyal medya aktarımı bambaşka bir şey. Agresif veya cinsel bir nitelik kazanmasından bağımsız olarak, bireyin kendi kişisel öyküsüne ve hayatına dair çok fikir veriyor. Her şeyden önce müthiş bir takdir, onay ve beğeni ihtiyacı var. En özelini aktarıp destekleyen ve yatıştıranı bulma ihtiyacı var. Toplum genelinde idealize edilmiş “putları” yıkma ihtiyacı var. “Ben neyim, kimim, kime benzerim” sorularına yanıt bulabilmek için yoğun bir aynalanma ihtiyacı var. Aslında sosyal medyadaki halimiz şu şekilde: ihtiyaç içinde, kırılgan ama hoyrat. Her bir bireyin tüm bu ihtiyaçlarla uğradığı yerde, karşılaştığı tüm ötekilerle yaşadığı ilişkinin kaotikliğini varın da siz tahmin edin.

***

Sosyal medyada oluşan bu “artmış” gergin ortamı ve olası dinamiklerine uzun süredir kafa yoruyorum. Ancak mayısın gelmesiyle benim için başka bir anlam kazandı. Önce İzmir’de keyifli, barışçıl, umutlu bir 1 Mayıs geçirdik. Sonrasında bayram tatilinde Metin Kemal Kahraman kardeşlerin bir Ömer Hayyam rubaisi olan ve yeni yayımlanan “Ey Kör” şarkısına daldım. Diyor ki sözlerinde; “Bu yer, bu gök, bu yıldızlar boştur boş. Bırak onu bunu da gönlünü hoş tut hoş! Bir nefestir alacağın o da boştur, boş”. Kasetçalarlarda çevire çevire dinlediğimiz yıllar gibi, çevire çevire dinledim günlerdir. Sonra Hıdırellez olan- canlılığın ve üretimin simgesi- gece, daha önce dinlemediğim Göçmeyen Kuşlar ağıtına denk geldim kardeş müzisyenlerin. Hrant Dink için yazılmış bu çok güzel ağıtta da şöyle diyor: “Sahibi yok mu bu dönen çarkın dönen dünyanın, ahiri yok mu bu dürülmeden süren devranın”. Hemen ardından da Hıdırellez ile Üç Fidan’ın idamını birleştiren gecemde “Deniz koydum adını” yankılandı. Sen bu tesadüften konuyla ilgili ne anladın derseniz, inanın çok şey anladım. Bu düzeni bozuk ülkede şiddetin, cinayetin, suikastın, idamın devlet geleneği olduğu koşullarda yaşarken, güvercin tedirginliğinde yaşamak için “öteki” olmamıza gerek yok. Hele sosyal medyanın bu karmaşanın nabzını tuttuğu çağda hepimiz her an ötekileşebiliriz. Bunun için hesaplaşmak lazım düzenle ve tüm düzenleyenleriyle. Saflaşmadan hesaplaşma, anlayış, şefkat lazım. Bize aslında sosyal medyanın veremedikleri lazım. Özgür güçlü sınıfsal farkındalık ve birlikler, ötekileştirilmeyen duyarlılıklar, engellenmemiş yaslar ve ağıtlar, canlanma, doğrulma ve dik bir duruş lazım. Ancak bu koşullar altında bize ayna tutan ve toplumsal gerginliklerin de aynalandığı sosyal medyanın gerginliği yatışabilir.