Hızlı bir biçimde bir iktidar anlayışının kurbanlarına dönüşüyoruz. Toplumu bir merkezin etrafında kurgulayan ve oraya kendisini koyan bir iktidar anlayışı, izin verirsek, bir kez daha bir felakete imza atmak üzere!
Bu türden felaketler bu topraklara özgü değil kuşkusuz. Tarihin başka uğraklarında ve farklı coğrafyalarda çokça örneğini bulabileceğimiz bir durumla karşı karşıyayız. Öte yandan, bu felaketleri birbiriyle buluşturan yöntemsel bir ortaklık var; toplumun tek merkezden yönetilebileceğine ve o yönetimin de en iyi kendileri/kendisi tarafından yapılabileceğini yönelik köklü bir inanç!
Bu tür bir kurgu, çoğu durumda baştan hazırlanmış bir yol hedef ve yol haritası ile oluşmaz. Genellikle muğlak ve dağınık düşüncelerin yol boyu kazanılan başarılar ve bu başarıların sağladığı özgüvenle giderek koyulaşan bir projeye dönüşümüne ve bunu ancak “ben yaparım” inancı ile dairenin tamamlanışına şahit oluruz.


Koca bir topluma bütünüyle hâkim olabileceğini, karmaşık ilişkiler yığılımı toplumu her gözeneğinde kontrol edebileceğini düşünmek, bütün yaftalamalar bir yana, toplumu hafife almak demek. Oysa siyaset bilimi bölümünde bize gelen öğrencilere sosyolojiye giriş dersinde okuttuğumuz ders kitapları tam da bu hataya düşmeme uyarısında bulunuyor; O kitaplardan birinde, kısa süre öncesine kadar London School of Economics’in direktörlüğünü de yapan Anthony Giddens diyor ki;
Hiçbir zaman bütüncül toplum olarak çağırabileceğimiz bir toplamı oluşturabilecek tekil sistemsel bir sosyal ilişkiler ağı yoktur… İnsan toplumları daima çoklu, üst üste çakışıp, kesişen, her biri farklı gelişme sınırı ve ritmi bulunan ilişki ağlarından oluşur… Hiçbir zaman bir ulus-devlet toplumu olmadığı gibi, hiçbir zaman küresel bir toplum da yoktur…
Kimin ne diploması var, bilmek mümkün değil, ama şu bir gerçek ki; bugün Türkiye’nin gidişatına damgasını vuran anlayış ve temsilcileri sosyolojiye giriş dersinden geçecek durumda olmasalar da, o dersi veren hocaları “içeri tıkacak” güce sahipler. O hocalar, ifade ediliş biçimini tartışabilirsiniz, ama özü itibariyle şunu söylemek istediler; “bir ulus” devlet senaryosu içinde yaşayabilirsin, ama o senaryonun içinde eritemeyeceğin farklılıklar var. O farklılıkları sindirmek yerine, konuşmayı dene! Hocaları dinlemek yerine, hocalara ders vermeye kalktılar.
Vahim olan galiba tam da budur! Vahim çünkü toplumun karmaşık bir toplama/asemblaj olduğunu, birlikte resim veren farklılıkları aşırı zorladığınızda, bir arada yaşama istekliliği ve iradesini tahrip edebileceğinizi anlaması gerekenler, bırakın anlamayı, bunu anlatmaya çalışanları “anlatamaz” hale getirmekle meşguller.
İktidar sahipleri bu işlerle meşgulken, toplum onu oluşturan bireyleri ile birlikte dağılıyor; kısa aralıklarla kentlerin merkezi noktalarında meydana gelen patlamalar toplumsal dağılmanın ötesine, insanları bedensiz organlara dönüştürerek ortadan kaldırıyor. Ölmüyoruz; kimliklerimizi neredeyse imkânsız hale getirecek biçimde tahrip ediliyoruz. Hiçbirimizin aklında, “toplumu dağıtırsınız” derken, bu derece vahim bir dağılma ve tahribatın olduğunu sanmıyorum.
Geldiğimiz bu noktada, toplumu hafife alanların da ağır bedeller ödemesini kaçınılmaz hale getiren bir büyük krizle karşı karşıya kaldığımız tartışmasız. Toplumu bir arada tutmak bir yana, onu oluşturan bireylerin bedenlerin bütünlüğünün bile korunamadığı bir dağılma haliyle karşı karşıyayız.
Nasıl çıkacağız buradan? Eğer mümkünse, performansın önüne yazıyı, muhtarın önüne hocaları koymakla başlayabilirsiniz; hoca deyince, üniversite hocalarını kastediyorum, hani şu içerisi reva görülen üniversite hocalarını! İlk dersiniz sosyolojiye giriş…